ANF’ye konuşan Mustafa Karasu, 15 kişinin hayatını kaybetmesine, yüzlerce kişinin de yaralanmasına neden olan yangın felaketinin ardından DEDAŞ ve devletin temize çıkarılmaya çalışıldığını ifade ederek, devletin her türlü imkanı Kürt soykırımını gerçekleştirmek için kullandığını belirtti. “Hiçbir araştırma yapmadan, hiçbir görgü tanığına başvurmadan alelacele yangının anızdan çıktığını söylemesi tam bir suçlunun suçüstü yakalanma refleksidir” diyen Karasu, tüm Kürtleri birlik ve dayanışmayla yangının yaralarını sarmaya çağırdı.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu ANF’ye verdiği özel röportajda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit konusuna da değinerek, artık CPT ve uluslararası kurumların sıkıştığını ve tecridi savunmakta zorlandıklarını belirtti ve tecride karşı gerçekleştirilen hamlenin de kesintisiz yürütülmesi çağrısında bulundu.
Amed-Mêrdîn arasında gerçekleşen yangın sonucu 15 Kurdistanlı yaşamını yitirirken, onlarca insan da yaralandı. Bu olay bir daha Kürt halkına öz örgütlülüğün önemini ve faşist Türk devletinin Kürt düşmanlığını acı bir biçimde gözler önüne serdi. Bu yaşanan elim olay için neler belirtmek istersiniz?
Mardin ve Amed’te çıkan yangında yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, yaralılara da acil şifalar diliyorum.
Mardin’de ve Amed’de bir katliam daha yaşandı. Bu açıktan açığa bir devlet katliamıdır. KJK açıklamasında belirtildiği gibi devletin yarattığı bir afettir. Ege’de, Akdeniz’de bir yangın çıktığında yetersiz ve gecikmeli müdahale olsa da helikopter, yangın uçakları, İHA’ları ve her türlü imkanını devreye koyan devlet Kurdistan’da benzer bir durum ortaya çıktığında harekete geçmez. İster ki, Kürtler yaşamlarından bezsin, topraklarını terk etsin! Bu nedenle Mardin ve Amed’teki yangında da aynı tutumu göstermiştir.
Bu büyük yangın birçok ölüm ve yaralıyla sonuçlanınca devlet derhal anız yangını diyerek olayı saptırmaya ve ölümlerin nedeni olarak göstermeye gayret etmiştir. Hiçbir araştırma yapmadan, hiçbir görgü tanığına başvurmadan alelacele yangının anızdan çıktığını söylemesi tam bir suçlunun suçüstü yakalanma refleksidir. Suçlunun DEDAŞ, dolayısıyla devlet olduğunun görülmemesi için hemen yangın anızla çıktı algısı yaratılmaya, DEDAŞ, dolayısıyla da devlet temize çıkarılmaya çalışılmıştır.
Görgü tanıkları yangının elektrik direklerinden çıktığını söylemiştir. Ne var ki, devlet yetkilileri, ajans ve hükümete bağlı TV kanalları yangının anızdan dolayı çıktığı haberini her yere ulaştırmışlardır. Öyle ki, muhalif basın bile haberi böyle vermiştir. Çünkü bu iktidarın korkusundan görgü tanıklarının söylediklerini değil, resmi açıklamayı esas almışlardır. Bu yangın Türkiye’nin başka yerinde çıksaydı, görgü tanıkları ve halkın söyledikleri yansıtılırdı. Kurdistan’daki olayların nasıl çarpıtıldığı ve basının buna alet edildiği bir daha görülmüştür.
Görgü tanıkları elektrik taşıyan direk ve tellerin eski olduğu ve yenilenmesi gerektiği konusunda defalarca başvuru yapıldığını söylüyorlar. Bunu bir kişi değil, yangın alanındaki köylülerin tümü söylüyor.
JANDARMA DEDAŞ’IN EMRİNDE
Bu DEDAŞ Kurdistan’da halkı sömürme aracı haline geldiği gibi halk üzerinde baskı kurmanın da aracı haline gelmiştir. DEDAŞ hiçbir kurumun olmadığı kadar jandarma ile iç içedir. Bölgedeki jandarma bir nevi DEDAŞ’ın emrindeki bir askeri güç haline gelmiştir. DEDAŞ yüzlerce defa jandarma ile köyleri ve evleri basmıştır. Halk yıllardır bu DEDAŞ yoluyla halka baskı yapıldığını defalarca dile getirmiştir. DEDAŞla ilgili böyle onlarca haber yapılmıştır. DEDAŞ bir yönüyle halkın baş belası haline gelmiştir. Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle bir kurum ve böyle bir yapılanma yoktur. Böyle bir durum olsa Ege’de, Karadeniz’de, Akdeniz’de halk isyan ederdi. Zaten jandarma da bu düzeyde bir şirketin askeri kurumu gibi hareket etmezdi. Kurdistan söz konusu olduğunda askeri ve polisi Kürdü düşman görüyor. Bu nedenle Kürt halkı üzerinde her türlü baskıyı kendine hak görüyor.
Türk devleti Kurdistan’ın tüm kaynaklarını Kürtler üzerinde baskı ve sömürü aracı olarak kullanıyor. Elektrik, enerji ve su bunların başında geliyor. Türkiye’de üretilen elektriğin ve enerjinin en az yüzde 80’i Kurdistan’da üretiliyor. Fırat ve Dicle üzerinde kurulan onlarca baraj vardır. Fırat’ın üzerinde Keban, Karakaya, Atatürk ve Birecik barajları yapılmıştır. Bunlar şu anda Kurdistan’da tüketilen elektriğin yüz katı bir üretime sahiptir. Dicle üzerinde de birçok baraj yapılmıştır. Petrolün çoğunluğu da Kurdistan’da çıkmaktadır. Ancak Kürt halkı bu enerjinin çok azından bile yararlanamamaktadır. Hatta bu enerji de Kürtleri sömürme aracı haline gelmiştir. Elektriğin büyük bölümü Kurdistan’da çıkıyor ama bu enerji Kürtlere verilmiyor. Verilen de fahiş fiyatla veriliyor. İşte böyle bir sömürü var. Kurdistan’da bu kadar enerji çıkar, ama Kürtleri enerji fakiri yap! Bu ne ahlaka, ne vicdana, ne adalete sığar. Enerji bu topraklarda çıkıyorsa bu toprakların insanı bundan yararlanmalıdır. Halkın temel ihtiyacı olan elektrik bu halka bedava verilmelidir.
TÜRK DEVLETİ HER TÜRLÜ İMKANI KÜRT SOYKIRIMI İÇİN KULLANIYOR
Rêber Apo enerji ve suyun topluma ait olması gerektiğini söyler. Türkiye’de enerji ve su bile sömürücü şirketlere teslim edilmiştir. Enerji, su, toprak, hava insan yaşamıyla ilgilidir. Bunlar toplumdan başkasına ait olamaz. Kurdistan’da yaşanan gerçeklik bile bunun ne kadar doğru ve gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Kürt halkı bu enerji gerçeğinde bile Türk devletinin nasıl bir sömürgeci ve soykırımcı olduğunu görmelidir. Türk devleti her türlü yaşam imkanını Kürdü soykırıma uğratma aracı olarak kullanmaktadır. Zaten şimdiye kadar ucuz Kürt emeği ile Türkiye’de değerler yaratma ve bu yaratılan imkanları da başta silaha yatırmak üzere Kürt soykırımı için kullanmaktadır.
Eskiden Türkiye’de elektrik ve su gibi hizmetler tamamen belediyelere aitti. Belediyeler bu imkanları sömürü yapmak için değil de bu hizmetleri yapmak ve geliştirmek için kullanırdı. Şimdi ise şirketlere devrederek bir sömürü aracı haline getirilmiştir. Bu tür durumlar bir daha göstermiştir ki, elektriğin bir sömürü aracı olmaması için topluma hizmet için var olan belediyeler tarafından işletilmesi gerektirmektedir.
Kürt halkı hiçbir konuda devletten beklememelidir. Devlet bize şunu versin, şunu getirsin dememelidir. Devletin yaptığı, yapacağı her iş Kürtleri soykırıma uğratmak içindir. Kürtler kendilerini örgütlü toplum yaparak, toplum gücüyle değerler yaratarak ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Kürdü soykırıma uğratmak isteyen devletten bir şeyler istemek, celladından bir şey istemektir.
Mardin ve Amed’teki yangında halk her bakımdan büyük kayıp yaşamıştır. Kürt halkı birliği ve dayanışması ile bu yaraları sarmalı. Halkı bu soykırımcı devlete muhtaç etmemelidir. Böyle zamanlar tam da yurtseverliği gösterme zamanıdır.
CHOMSKY KÜRT HALKININ DEĞERLİ BİR DOSTUDUR
Halklar Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit devam ediyor. Bu tecride karşı yürütülen mücadele sonucu uluslararası kurumların zorlanma yaşadığı görülüyor. Uluslararası kurumların bu sessizliğini bozma mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunuza cevap vermeden önce değerli bilim insanı filozof, profesör Noam Chomsky’e bir an önce sağlığına kavuşması dileğimle saygılarımı ve sevgilerimi iletiyorum. Chomsky, insanlığın aydınlanması ve demokratik düşüncenin gelişmesine büyük katkılar sunmuştur. Gerçek bir bilim insanı olarak hep doğruların ve halkların yanında olmuştur. Bu kişiliğiyle Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yanında olmuş, Kürt halkının değerli bir dostu olarak üzerine düşeni hep yapmaya çalışmıştır. Kürt halkının ve Rêber Apo’nun özgürleştirilmesi doğrultusundaki her eylem ve etkinliğin içinde yer almıştır. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin dünyada tanınmasında çok önemli rolü olmuştur. Kürt halkı bu dostluğu nedeniyle onun sağlığı ile yakından ilgilenmiş, takip etmiş, sağlığı ile ilgili her olumlu haber Kürt halkını sevindirmiştir. Kürt halkı hiçbir zaman dostlarını unutmayacak ve gereken değeri verecektir.
Rêber Apo üzerindeki tecridin kalkması; sağlık, güvenlik ve özgür çalışır koşullara kavuşması Chomsky’nin de öncelikli istek ve çabalarındandır. Bugün Rêber Apo’nun özgürlüğü için mücadele önemli boyut kazanmışsa bunda Chomsky’nin on yıllardır gösterdiği tutum ve duruşun da önemli payı vardır. Chomsky sadece Kürt halkının ve Rêber Apo’nun özgürlüğünü savunan bir dost değildi; bunun yanında Rêber Apo’nun paradigmasına değer veren ve tanıtılmasında çabası olan bir büyük düşünce insanıdır.
CPT VE DİĞER ULUSLARARASI KURULUŞLAR ZORLANIYOR
Kuşkusuz uluslararası komploya ve tecride karşı mücadelede Kürt halkının ağır bedeller ödeyerek yürüttüğü büyük bir mücadele olmuştur. 26. yılında olan komploya karşı mücadele hiç durmadı; kesintisiz olarak bugüne kadar sürdü. Halkımızın mücadelesi yanında Kürt halkının dostlarının ve dünyadaki demokratik güçlerin, kadınların komploya karşı çıkışları ve Rêber Apo’ya sahiplenişlerinin rolü de çok büyük oldu. Özellikle Rêber Apo’nun düşünceleri dünyadaki aydınlar ve demokratik çevreler tarafından tanındıkça komploya karşı mücadele de büyüdü. Rêber Apo’nun özgürlüğü daha güçlü sahiplenildi. Bugün başta CPT olmak üzere İmralı konusunda sorumluluğu olan uluslararası kurumlar zorlanıyor, tecridi savunamaz duruma düşüyorsa bunda dünya çapındaki aydınların, demokrasi güçlerinin ve kadınların tutumu ve mücadelesinin etkisi olmuştur.
Dünya çapında ‘Rêber Apo’ya özgürlük, Kürt sorununa çözüm’ kampanyası önemli bir etkide bulundu. ‘Rêber Apo’nun kitaplarını okuma günleri’ bu kampanyayı daha nitelikli hale getirdi. Şimdi de ‘Rêber Apo’yla diyalog günleri’ yapılmaktadır. Böylece Rêber Apo’nun daha iyi anlaşılması sağlanmaktadır. Bunun da Rêber Apo’ya özgürlük mücadelesini daha da güçlendireceği açıktır. Rêber Apo öğrenilip tanındıkça Rêber Apo’ya özgürlük kampanyası kar topunun büyümesi gibi büyüyecek ve önünde durulamaz hale gelecektir.
Bu açıdan dünya çapında geliştirilen Rêber Apo’ya özgürlük kampanyasının yaratıcı yol ve yöntemlerle kesintisiz sürdürülmesi ve büyütülmesi Rêber Apo’nun özgürlüğünü yakınlaştıracaktır.
ZÎLAN KOMPLOYA KARŞI MÜCADELENİN ÇİZGİSİNİ BELİRLEDİ
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik 1996’daki komploya karşı şehit Zîlan’ın (Zeynep Kınacı) gerçekleştirdiği tarihi eyleminin yıl dönümünü yaşıyoruz. O günden bugüne yürütülen özgürlük mücadelesine baktığımızda Şehit Zîlan, tarihi eylemiyle Kürt Halk Önderini koruma ve sahiplenme çizgisini ortaya koydu diyebilir miyiz?
Şehit Zîlan, Şehit Sema, Şehit Gulan, Şehit Hanım Yaverkaya, Şehit Raperîn Amed, Şehit Bêrîvan Zîlan, Şehit Ali Piling, Şehit Fazıl Botan arkadaşlar şahsında tüm Haziran şehitlerini sevgi, saygı ve minnetle anıyorum.
Yine 29 Haziran 1925’te idam edilen Şêx Saîd ve arkadaşlarını minnet ve saygıyla anıyorum. Onların anısı mücadelemizde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.
Şu açıktır ki, Şehit Zîlan’ın eylemi Rêber Apo’yu sahiplenme konusunda bir dönüm noktasıdır. Rêber Apo’ya bağlılığın zirvesinin gösterilmesidir. Şehit Zîlan tüm PKK yapısına ve Kürt halkına Rêber Apo’yu doğru anlayalım, doğru sahiplenelim, çağrısı olmuştur. Rêber Apo ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kopmaz bir bütünlük olduğunu herkese göstermiştir. Rêber Apo bu açıdan Şehit Zîlan’ın eyleminin bir manifesto olduğunu vurgulamıştır. Sadece bir fedai eylemi yapmamıştır. İdeolojik, politik, örgütsel ve eylemsel bir çizgi ortaya koymuştur. Kuşkusuz önceden de PKK’de fedai bir çizgi vardı; Önderliğe bağlılığın yarattığı büyük eylemler olmuştur. Şehit Zîlan bu eylemiyle ve bu çizginin derinleştiricisi olmuştur. Ancak Şehit Zîlan’ın eylemi, mücadelenin geldiği aşama ve dönemin özelliklerine göre bu fedai çizgisine yeni boyutlar kazandırmıştır. Zaten Rêber Apo’yu büyük sahiplenme kadın özgürlük çizgisini derinlikli anlama ve yaşama demektir.
Şehit Zîlan, eylemiyle komploya karşı mücadelenin de çizgisini belirlemiştir. Komplo sonrasında gelişen ‘Güneşimizi Karatamazsınız’ eylemleri Zîlan çizgisinin pratikleşmesi olmuştur. Bu eylemliliği Zîlan duruşu ve çizgisi yaratmıştır. Komploya karşı mücadelenin çok güçlü gelişmesi, Rêber Apo etrafında ateşten barikat kurulması ve bugüne kadar yürütülen mücadelede ‘Güneşimizi Karatamazsınız’ direnişinin etkisi ve rolü görüldüğünde Zîlan eyleminin Önderliğe nasıl bir sahiplenme çizgisi yarattığı daha iyi anlaşılır.
Şehit Zîlan eyleminin Kürt tarihi açısında bir derinliği ve önemli bir boyutu vardır. Şehit Zîlan, Şark Islahat Planı’nın uygulandığı, kültürel soykırımın temel hedefi olan Fırat’ın batısında olan Malatya’da doğmuş, büyümüştür. Burada uygulanan soykırımın bilincine varma büyük bir öfke yaratır. Bu öfkenin de büyük bir direniş iradesi ve gücü ortaya çıkaracağı da açıktır. Bu yönüyle Şehit Zîlan’ın eylemi soykırıma karşı da verilmiş bir cevaptır. Rêber Apo’ya yönelimin bir soykırım saldırısı olduğunun derin bilincindedir. Rêber Apo’ya yönelmek Kürdün her şeyine yönelmek ve Kürt’ü bitirmek olduğunun derin bilinciyle bu eylemi gerçekleştirmiştir. Bugün de soykırım politikası ve saldırısının önceliği ve temel hedefinin İmralı olduğunu söylüyoruz. Zîlan yoldaş 30 yıl önce bunun bilinciyle hareket etmişti.
Şehit Zîlan Rêber Apo’yu derinliğine anlayan bir Önderlik yoldaşı olarak, o büyük eylemi yaparak Rêber Apo’ya sahiplenmişti. Bu nedenle kadın yoldaşlarımızın belirttiği gibi Rêber Apo’ya Zîlanca sahiplenelim. Rêber Apo’ya mücadelenin her alanı ve boyutunda Zîlanca sahip çıkmak Rêber Apo’yu mutlaka özgürleştirir ve Kürt sorununun demokratik çözümünü de sağlatırız.
KİRLİ SAVAŞTA NATO’NUN DA ELİ VAR
Özgürlük savaşçıları Şehit Zîlan’dan aldıkları fedailik bayrağıyla faşist Türk devletinin her türlü saldırısına karşı direnişini aralıksız ve yoğun bir biçimde sürdürüyor. Zorlanma yaşayan işgalci güçler son zamanlarda yasaklı ve kimyasal silah kullanımını yine yoğunlaştırdı. Özellikle OPCW başta olmak üzere uluslararası güçlerin sessizliğine karşı mücadelede bir zayıflama olduğunu görüyor musunuz, görüyorsanız bu durum nasıl aşılmalı?
Kurdistan’da onlarca yıldır kirli savaş sürdürülüyor. Kurdistan’da yürütülen kirli savaş dünyanın başka bir yerinde olsaydı uluslararası güçler ve birçok devlet bu kirli savaş uygulayıcılarına karşı tutum alır ve yaptırım uygulardı. Ancak sıra Kürtlere geldiğinde her türlü uluslararası hukuk, ahlak ve vicdan bir tarafa bırakılıyor. Kurdistan ve Kürtler söz konusu olduğunda sadece çıkarlarını esas alıyorlar. 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan sistemin esas sorumluları İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği batıdır. Ortadoğu’da kurulan bu siyasi düzenin kurbanı ise Kürtler olmuştur. Kürt soykırımına onay veren bir düzen kurmuşlardır. Musul ve Kerkûk’ün İngiltere’ye, Suriye’nin Fransa egemenliğine bırakılması karşılığında TC’nin Kürtleri soykırıma uğratmasına onay verilmiştir. Hala da bu siyasi düzen işlemektedir.
Önceden de zehirli gazlar, kimyasal ve yasaklı silahlar gerillalara karşı kullanılıyordu. Ancak gerillanın alan hakimiyetinin olduğu Medya Savunma Alanları’nda 3 yıldır yürüttükleri işgal saldırısında bu silahları günlük kullanır hale gelmişlerdir. 1937-1938’de Dersim’de mağaralara sığınan sivil halkı fareler gibi nasıl zehirlediklerini Türkiye’nin en uzun süre dış ilişki bakanlığı yapmış İhsan Sabri Çağlayangil itiraf etmiştir. TC’nin böyle bir kirli savaş geleneği vardır. O zaman da kendini uygar ve demokratik olduğunu söyleyen Batı, Dersim soykırımına sessiz kalmıştı.
AKP-MHP faşist iktidarı 9 yıldır Kürt Özgürlük Hareketini bitireceğini ilan ediyor. Ancak gerilla ve Kürt halkının direnişi AKP-MHP iktidarını çöküşe sürüklemiştir. İktidarlarının çökmesine yol açan gerilla ve halkın direnişi karşısında kirli savaşını özellikle son 3 yılda artırmıştır. Vietnam’da yıllarca yağdırılan bombaların belki de 100 katı Kurdistan’a yağdırılmıştır. Bombalanmayan vadi ve tepe kalmamıştır. Gerillanın direnişini kırmak için zehirli gaz, kimyasal silah ve termobarik bombalar yağdırılarak gerillanın yaşam ortamı yok edilmek isteniyor. Gerillaya karşı savaşamadıklarından gerillanın alacağı nefesi, içeceği suyu zehirleyerek gerillanın olduğu yerleri tamamıyla canlıların yaşayamayacağı bir yer haline getiriyorlar. Böylece bitkileri ve tüm canlıları da yok ediyorlar. Bunu NATO üyesi bir ordu yapıyor! Dolayısıyla gerillaya karşı bu kirli savaşı Batı ve NATO yürütüyor. Uluslararası güçler ve kurumlar neden sessiz kalıyor sorusunun cevabı burada aranmalıdır. Çünkü bu kirli savaşta onların da eli var.
Kuşkusuz hala bu kirli savaşı dünyaya ne tam anlatabiliyoruz, ne de bu kiri savaşa ve onun yöntemlerine yeterli mücadele veriyoruz. Mücadeleler protesto düzeyini aşmıyor. Herhangi bir demokratik ülkedeki olumsuz bir uygulamaya gösterilen tepkileri aşmıyor. Halbuki Kürtlerin varlığına yönelik bir saldırı var. Öyle bir mücadele duruşu ortaya koyulmalı ki, OPCW yerinde duramamalı, harekete geçmek zorunda kalmalı. Yoksa bugünkü düzeyle sonuç alınamaz. Kürt halkının da gerillanın da yürüttüğü ölüm-kalım-yaşam mücadelesidir. Dolayısıyla yaşamak için nasıl bir mücadele gerekiyorsa öyle mücadele verilmelidir. Yoksa Laz’ın idama giderken bu bize ders olsun, durumuna düşülür. Özcesi Kürdün var oluşuna, yaşamına kast eden bir saldırı var; o zaman bu saldırıları daha fazla ciddiye almak, mücadeleyi daha etkili yol ve yöntemlerle geliştirmek gerekir.
TÜRKİYE’DE TÜM YASALAR KÜRTLÜĞÜN İNKARI ÜZERİNE ŞEKİLLENMİŞTİR
AKP-MHP faşizminin Kürt soykırımını gerçekleştirmek için Kürt halkına topyekun bir saldırı içinde olduğunu her fırsatta dile getiriyorsunuz. Bu saldırıları boyutlarından biri de kayyum politikası oluyor. Colemêrg’e kayyum atanması ardından gelişen halk direnişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kayyum politikası AKP-MHP ittifakının Kürt politikasının sonucudur. Kürt inkarının sonucudur. Şu bilinmelidir ki, Türkiye’de Kürt inkarı devam ediyor. Devlet politikası böyledir. Kim ki, Kürt inkarı yok diyorsa yalan söylüyordur. İzlenen Kürt soykırım politikasını gizlemek için böyle ifade ediliyor. Kürt kardeşlerimiz denilmesi, Kürt politikleşmesinin önüne geçmek için TRT Kürtçe’nin yayın yapması, bazı kültür kurumlarına izin verilmesi kesinlikle soykırım politikasının üstünü örtmek ve meşrulaştırmak içindir. İletişim-bilişim tekniğinin bu kadar geliştiği günümüzde ana dilde eğitim olmadığında bu tür şeylerin bırakalım Kürt soykırımına bir engel olması, aksine bu soykırımın üstünü örtmekten başka bir anlam taşımaz. Özcesi Kürt soykırımı planlı biçimde sürdürülüyor. Kürtler çoğunluk olarak Türkleşmeden bu politika bırakılmayacaktır. Şu andaki devlet politikası bu. AKP-MHP iktidarı da bu politikayı katıksız uyguluyor.
Kayyum neden uyguluyor sorusunun cevabı Kürt varlığının inkarıdır. Kürtlere uygulanan politika siyasi görüşlerinden dolayı değildir. Yani sağcı, solcu, dinci, milliyetçi fark etmez; her kim ki, o anda Kürt inkarı politikasına etkin itiraz ediyor ve mücadele veriyorsa ona karşı bu politika yürütülür. O sırada zayıf olan diğer Kürt siyasi güçler de soykırıma karşı aktif mücadele yürütene karşı kullanılır. Belediyeler kendilerini Kürt kimliği üzerinden ifade ederse, Kürt kimliği ve kültürü ile ilgili çalışmalar yapıp Kürt kimliğini canlı tutarsa, onlar da soykırım politikasına karşı olduğundan belediyeleri yönetmeleri istenmez.
Türkiye’de tüm yasalar Kürt inkarı üzerine şekillenmiştir. Şu hak, bu hak da Kürtlük inkar edilirse vardır! Türkiye’de Kürtlük adına bir hak iddia edilemez! Türkiye’deki yalın gerçek budur.
AKP ilk yıllarında iktidarda kalmak için demokrasi güçlerine, Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyduğundan söylemde bazı yumuşak şeyler dillendiriyordu. Ancak demokratik bir zihniyete sahip olmadığından Kürt halkının özgürlük ve demokrasi istemi ve mücadelesine karşı bu defa da iktidarda kalmak için Kürt düşmanlığına sarıldı. Bunun için de 9 yıldır MHP ile ittifak kurdu. MHP ile 9 yıl ittifak kuran bir siyasi partinin politikalarının Kürt düşmanlığı olacağı açıktır. Zaten tüm uygulamaları da bu yönde olmuştur.
Türk devletinin soykırım politikaları dünyadaki hiçbir sömürgecilikle ve soykırım politikalarıyla karşılaştırılamaz. Güney Afrika’da da siyahilere farklı politikalar uygulanıyordu; ancak onların derisini değiştirme imkanı olmadığından onların varlığına yönelik bir tehdit yoktu. Siyahiler eninde sonunda haklarını kazanacaktı. Türkiye’de ancak Kürtlük inkar edilir ve Türkleşirse o zaman şu bu hak iddia edilebilir. Bu açıdan kayyum politikalarının bu düzeyde pervasız uygulanmasının nedeni budur.
Kuşkusuz bu soykırım politikasına karşı Kürtler yüz yıldır direniyor. Yine başta sosyalistler olmak üzere demokrasi güçleri Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele ediyor. Demokrasi mücadelesi de aynı zamanda Kürt soykırım politikasına karşı bir mücadeledir.
Van’da Kürt halkıyla demokrasi güçlerinin soykırım politikasının bir uygulaması olan kayyuma karşı mücadelesi önemli sonuç aldı. Colemêrg’de de kayyum karşısında önemli bir mücadele veriliyor. Colemêrg halkı kayyumu kabul etmediğini açık biçimde ortaya koydu. Kayyumun sömürge valisi kadar bile bir meşruiyeti kalmadı. Hala da kayyuma karşı mücadele sürüyor. Ancak parça parça mücadele ile istenen sonuç alınamıyor. Bu açıdan başta Amed, Batman ve Wan olmak üzere tüm Kürt şehirlerinin ayağa kalkması önemlidir. Bu şehirlerin harekete geçmesi tüm Kürt halkını harekete geçirir; bu da Türkiye cephesindeki mücadeleyi daha etkili hale getirir.
Şu anda Kurdistan ve Türkiye’deki mücadele önemlidir. Kayyumun kabul edilmediği gösterildi. Eğer bu direniş olmasaydı Hakkari’den sonra yeni kayyumlar atayacaklardı. Kuşkusuz daha büyük mücadele ile karşılaşmayacaklarını düşünürlerse yine de kayyum atarlar. Zaten Tayyip Erdoğan bunu açıkça dile getirmişti.
İRADE GASPINA KARŞI ORTAK EYLEMLER GELİŞTİRMEK ÖNEMLİ
Wan ve Colemêrg’e kayyum atamalarına karşı mücadelede Türkiye sosyalist, devrimci ve demokrasi güçlerinin desteği Kürt halkına önemli bir güç verdi. Bu durum Kürt halkı ve Türkiye demokrasi güçlerinin ortak mücadelesine nasıl bir ivme kazandıracak?
Şu açıktır ki, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile Türkiye halklarının demokrasi mücadelesi ortaklaşmak zorunda. Çünkü Kürt düşmanlığı ile demokrasi düşmanlığı iç içedir. Türkiye’de demokratikleşme Kürt sorununun çözümüne bağlıdır. Türkiye’deki azgın demokrasi düşmanlığının nedeni demokratikleşmeden Kürtlerin yararlanacağı düşüncesidir. Kürtler de özgür olmak için bu Kürt düşmanı zihniyeti ve siyaseti yenilgiye uğratma mücadelesini vermek zorundadır. Özcesi sadece ideolojik yakınlık nedeniyle değil, siyasi zorunluluk nedeniyle bu iki mücadelenin birleştirilmesi şarttır. Kim ki, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümü mücadelesi vermeden Türkiye’nin demokratikleşeceğini sanıyorsa büyük yanılgı içindedir. Bu, Türk devlet gerçeğinin farkında olmamaktır.
Kürt halkının yürüttüğü mücadele aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştirme mücadelesidir. Demokrasi güçlerini ayakta tutma mücadelesidir. Eğer Kürt halkı özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana mücadele yürütmeseydi demokrasi güçleri daha fazla ezilip etkisiz kılınacaktı. Bugün Türkiye’de baskı, zor ve faşizmin varlığı söz konusu olsa da buna karşı güçlü bir direnişin de var olduğu açıktır. Aslında 50 yıllık Türk siyasi tarihi Kürtlerle demokrasi güçlerinin ortak mücadele yürütmesi gerektiğini açıkça gözler önüne sermiştir. Türkiye demokrasi güçleri ve Kürtler bu gerçeği görmezse Türkiye gerçeğini anlamamış demektir.
Van’da Kürt halkının direnişi ile Türkiye’deki tüm demokrasi güçlerinin buluşmasının ne kadar etkili olduğu ve sonuç verdiği görülmüştür. Hakkari kayyumuna karşı yürütülen ortak mücadelenin de önemli siyasi etkisi olmaktadır. Özellikle AKP-MHP faşist iktidarının gerilediği bir dönemde Türkiye’deki radikal demokrasi ya da devrimci demokratik güçlerin ortak mücadelede buluşması çok önemlidir. Böyle bir mücadeleden hem Türkiye demokrasi güçleri hem de Kürt halkı kazanacaktır. Kazanmak isteyenler bu mücadeleyi örgütler ve yürütürler; kaybetmek isteyenler ya da sadece küçük dükkanlarında kendi doğrularını dillendirenler ise bu mücadeleden uzak dururlar. Ya da Kürtlerle ortak mücadele yürütürsek devletin hasmını üzerimize çekeriz diyerek bu ortak mücadeleden uzak dururlar. Onların da zaten mücadele ve kazanmakta gözü olmayanlar olduğunu söylemek gerekir.
29 Haziran’da İstanbul Kartal’da kayyuma ve her türlü baskı ve sömürüye karşı tüm demokrasi güçlerinin ortak miting yapması çok önemlidir. Böyle ortaklaşmaları daha da geliştirmek gerekir. Ortak amaç faşizmi iktidardan düşürmek olmalıdır. Devrimci demokratik güçler ortak mücadeleyi geliştirip AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğrattıklarında Türkiye’de siyasi etkileri artar, bu da Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü sağlatacak bir süreci beraberinde getirir.
Kartal mitingini sadece bir miting olarak görmemek, geliştirilecek ortak mücadele platformunun önemli bir adımı olarak görmek gerekir. Bu açıdan çok önemsenmelidir. Kürt halkı uzak yakın demeden İstanbul’un her tarafından Kartal’a akmalıdır.
29 Haziran mitinginden sonra Kurdistan ve Türkiye’nin her tarafından Hakkari’ye yapılacak yürüyüş de önemidir. Bu yürüyüş ne kadar güçlü geçerse kayyumun ömrü de o kadar kısa olur.
AHLAKSIZ ADALETSİZ SİYASET ANLAYIŞI ORTADAN KALDIRILMALI
AKP-MHP faşizminin savaşta ısrar politikası sonucu Türkiye’de yaşanan ağır yıkım ortamında ‘normalleşme’ tartışmaları devam ediyor. Yine son günlerde AKP-MHP faşist ittifakı arasında bazı sorunların yaşandığı tartışmaları yapılıyor. Siz bu tartışmaları nasıl ele alıyorsunuz?
CHP’nin normalleşme, AKP’nin yumuşama dediği görüşme süreci oldu. Gerçekten de Türkiye’de dünyada görülmemiş bir kutuplaşma yaratıldı. Türkiye’de siyaset bir siyasi iç savaş haline getirildi. Bunu AKP-MHP iktidarı yaptı. AKP-MHP ittifakı Kürt soykırımını tamamlayıp kendilerinin düşündüğü bir Türkiye yaratmayı hedeflediler. MHP bunu yıllarca Türk-İslam sentezi olarak tanımladı. MHP daha 1970’li yıllarda NATO gladyosu ve dış güçlerin desteği ile Türkiye’de başta sosyalistler ve Kürt devrimcileri olmak üzere demokrasi güçlerine savaş açtı. Kürt soykırımını tamamlamak ve sol güçleri ezmek için bu saldırıları daha yüksek bir boyuta taşıyor askeri faşist bir darbe gerçekleştirildi. Nitekim Alpaslan Türkeş bu darbeyi biz cezaevindeyiz ama fikrimiz iktidardadır, biçiminde ifade etmişti.
Son 9 yılda Türkiye’de AKP-MHP ittifakı bu karakterdedir. Özgürlük mücadelesini ezmek için Kürt halkının nefes almasını engelleyecek bir faşizm inşa edildi. Bunun için en küçük demokratik bir hak bile bırakılmadı. Demokrasi mücadelesi veren her kesim ve herkes bölücü ilan edildi. AKP-MHP ittifakı kendisinden olmayan herkesi hain ve düşman olarak görüp üzerine gitti. Ötekileştirme, kutuplaştırma demokrasi güçlerine karşı bir savaş yöntemi olarak günlük politika haline getirildi. Kürtler ve Kürt siyasi gücü sadece hain ve bölücü olarak her gün hedef gösterilmedi; Kürtlere düşmanlık yapmayan herkes de ötekileştirildi, dışlanarak keskin bir kutuplaşma yaratıldı. Bunu en yakıcı olarak da Kürtler hissetti. Bu açıdan AKP-MHP faşizminin Kürt halkına ve demokrasi güçlerine yönelik bu kutuplaştırıcı, ötekileştirici politikalarını en fazla bizler dillendirdik. Kötülükler iktidarı olduğunu her fırsatta dile getirdik. Gerçekten de bu iktidarın Kürt halkına ve demokrasi güçlerine yapmadığı eziyet, işkence ve kötülük kalmadı. Zaten defalarca bu iyi günleriniz, daha neler göreceksiniz, diyerek karakterlerini ortaya koydu.
AKP-MHP iktidarı faşist diktatörlüğünü tam inşa etmek için CHP’yi bile ihanetle suçladı. CHP’yi de bir beka sorunu olarak gördü. Böyle bir kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve anormallikten öte dünya siyasi arenasında görülmemiş insanlık ve demokrasi düşmanı iktidar ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihi boyunca oluşmuş hiçbir ahlaki, vicdani, toplumsal ve hukuki değere kendini bağlı görmeden saldırmışta saldırmıştır.
Kuşkusuz bu ahlaksız, vicdansız, adaletsiz, hiçbir hukuki değere bağlı olmayan siyasi anlayışın ortadan kalkması gerekir. Bunların olmadığı normal demokratik siyasi yaşamı her insan ister. Türkiye’deki kutuplaşmanın son bulmasını ister. Zaten yıllardır Kürt halkı ve Türkiye demokrasi güçleri insanlık dışı uygulamaların son bulması için mücadele etmektedir. Nitekim bunun sonucu AKP-MHP iktidarı kaybetmiştir. Halk da CHP’yi AKP-MHP iktidarının politikalarına karşı çıkması için birinci parti yapmıştır.
Tabi ki siyaset ve yaşam demokratikleşmeli ve normalleşmelidir. Ancak bunun nasıl olacağı konusu önemlidir. Bu can alıcı sorunun cevabının doğru verilmesi de bir o kadar önemlidir. MHP lideri Devlet Bahçeli bizi kimse yumuşatamaz, izlediğimiz politikalardan vazgeçiremez, dedi. Eski politikada ısrar edeceğini defalarca vurguladı. Zaten bu politikaları nedeniyle yıllarca AKP’yle ittifak kurdu, destek verdi. Cumhur ittifakı olmasa da AKP’nin izleyeceği politikalara destek vereceğini söyledi. Tayyip Erdoğan MHP’nin söylediklerini kendi üslubuyla tekrarladı. Kırmızı çizgilerimizden taviz vermeyiz, dedi. Kırmızı çizgi dediği MHP’nin belirttikleridir. Kayyum AKP-MHP iktidarının en temel politikalarındandır. Hakkari’ye kayyum atadı ve bunu yasayı değil, hukuku uyguladık, demagojisiyle meşrulaştırıp bundan sonra da uygulayacaklarını vurguladı. Yasal olan hukuki olmazmış, gibi dünyada görülmemiş, duyulmamış bir ifade de bulundu. Aslında böylece tüm TC yasalarının hukuki olmayabileceği itirafında bulunmuştur. Böyle bir siyasi anlayıştan normalleşme beklenebilir mi?
TAYYİP ERDOĞAN YENİ İTTİFAKLAR PEŞİNDE
Normalleşmesi gereken varsa o da AKP-MHP iktidarıdır. Bunun için de geçmişte yaptıkları ötekileştirici, kutuplaştırıcı, suçlayıcı, düşmanlaştırıcı ve bunun gibi birçok söylem ve uygulamasından vazgeçmesi gerekir. AKP’nin, MHP’nin böyle bir adımı var mı? Sadece Özgür Efendi demiyor, CHP için eski ifadeleri şimdi kullanmıyor diye bir normalleşme olabilir mi? Ya da yargıyı siyasetin aracı olmaktan çıkarmayacak, binlerce siyasetçi zindanda tutulacak, her gün onlarcası tutuklanacak ama bilinen birkaç kişiyi zindandan çıkardılar diye normalleşme olacak! Kürt halkına ve demokrasi güçlerine düşmanlık sürecek ama normalleşme olacak! Böyle normalleşme olmaz diyenler normalleşme karşıtı gibi gösterilemez. Şu anda normalleşmenin böyle olmayacağını söyleyenler AKP-MHP iktidarından en fazla zulüm görenlerdir. Türkiye’nin demokratikleşip normalleşmesi için mücadele verenlerdir.
AKP sözcüsü Ömer Çelik Erdoğan-Özel görüşmesinden sonra şöyle yumuşayalım, böyle yumuşayalım güzellemesi yapmıştır. Yumuşaması ve kötülüklerinden vazgeçmesi gereken kendileri. Bir kutuplaşma varsa, ötekileştirme varsa, herkese en sert saldırılar yapılmışsa bunu yapan AKP-MHP iktidarı, yani kendileri. Ama yumuşamayı başkalarından bekliyorlar. AKP-MHP iktidarı yaptığı tüm kötülükleri bıraksın, yani 9 yıldır izlediği politikadan vazgeçsin o zaman kendiliğinden normalleşme ve yumuşama sürecine girilir. Şimdi neredeyse ötekileştirici, kutuplaştırıcı ve kötülükler iktidarını sürdürmelerine muhalefeti gerekçe gösterecekler.
AKP iktidarı, daha doğrusu Tayyip Erdoğan MHP ile ortak iktidar olduğu algısından zarar gördüğünü düşünüyor. Hem içerde hem de dışarda AKP iktidarına yönelik güvensizlik yaratıyor. Bu nedenle bazı konularda MHP’den farklı düşündüğünü göstermek istiyor. Bunun için de MHP ile birlikte yürüttüğü 9 yıllık politikaları bırakmadan bazı imaj değişikliği yaratmak istiyor. Bu nedenle Özgür Özel’in normalleşme söyleminin üzerine balıklama atladı. Bunu düşündüğü imaj değişikliği için iyi bir meşrulaştırıcı kılıf olarak gördü. Temel politikalarda değişiklik yapmadan biraz yumuşak dil kullanarak zaman kazanmak istiyor. MHP, Kürt soykırımına kilitlendiğinden, bu politikalarda en küçük bir değişiklik istemediğinden bu konuda bazı rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Ancak Devlet Bahçeli Kürt ve demokrasi düşmanı politikalar temel olarak sürdüğü taktirde bunları sindirecektir. Nitekim hem Devlet Bahçeli hem de Erdoğan cumhur ittifakı sürecek, bu bizim için çok önemlidir, diyorsa bazı üslup ve yöntem farklılıklarının karşılıklı tolere edildiğini, edileceğini göstermektedir. AKP-MHP arasında seçim sonuçlarının ve politik ortamın getirdiği farklı yaklaşımlar olsa da bu farklılıkları kabul etme temelinde ortak politikalar sürdürecekleri görülmektedir. Özcesi mevcut farklılıklardan dolayı ortak politikalardan vazgeçmeleri beklenmemeli. Ancak mücadele sürdüğü taktirde bu farklılıkların büyüyeceği açıktır. Aslında Tayyip Erdoğan MHP’nin dışarıdan destek vereceği yeni ittifaklar peşindedir. Bunu başarırsa, MHP’nin desteğini farklı biçimde alacağı yeni ittifaklarla iktidarını sürdürmeyi tercih edecektir. Ancak hiç kimse Tayyip Erdoğan AKP’sinin Kürt ve demokrasi düşmanı politikalardan vazgeçeceğini beklemesin.
NORMALLEŞME KÜRT HALKIN İÇİN BİR ANLAM İFADE ETMİYOR
Kürt halkı ve demokrasi güçleri böylesi tartışmalar karşısında nasıl bir tutum içinde olmalı?
Kürt halkı ve demokrasi güçleri CHP’nin normalleşme politikasıyla Türkiye’nin demokratik siyasi bir ortama kavuşacağını beklemesin. Bu yaklaşımlar Türkiye’yi kutuplaştıran, ötekileştiren, kendi dışındakileri düşmanlaştıran, kendi zihniyetine göre bir Türkiye yaratmak isteyen politikaları geriletmek bir yana; aksine bu faşist politikaların bazı biçimsel değişikliklerle sürmesine hizmet eder. Faşizm, faşist iktidar bir zihniyetin sonucudur. Bu zihniyet ve ona dayalı politikalar ancak mücadele ile geriletilebilir. Bu açıdan CHP’nin izlediği politika en hafif deyimle safdilliktir. Ya yıllardır AKP iktidarı için söyledikleri yanlıştır; ya da bugünkü söyledikleri. İkisi birden doğru olamaz. Önceki söylemler doğruysa bu faşist iktidardan, diktatörden hangi normalleşme beklenebilir? Ya da CHP’nin ifade ettiği normalleşme nedir? Siyasetin bir bütün demokratikleşmesi midir, yoksa sadece CHP’ye yönelik söylemlerin biraz yumuşatılması mıdır? Eğer ikincisiyse bu CHP’nin yumuşatılması anlamına gelir. CHP’yi AKP-MHP faşizmine karşı mücadele etmeyen, onların politikalarıyla uzlaşan bir konuma getirme ile sonuçlanır.
CHP’ye oy verenler AKP-MHP politikalarından büyük zarar görenlerdir. Bu iktidara karşı durması, demokratikleşme doğrultusunda mücadele etmesi için CHP’yi birinci parti yapmıştır. Kuşkusuz CHP’nin AKP tabanına da seslenmek istemesi anlaşılırdır. Bu tabana seslenme CHP açısından yanlış değildir. Ancak bu, AKP politikalarının parçası olma anlamına gelmemelidir.
Özcesi Kürt halkı ve demokrasi güçleri bu normalleşme tartışmalarının demokratikleşme için bir anlam ifade etmediğini, aksine demokratik olmayan politikaları normalleştiren bir durum yarattığını görmelidir. Bu açıdan CHP’nin bu politikasına takılmadan bunun tehlikesini görerek AKP-MHP politikalarına karşı mücadeleyi yükseltmelidir. Türkiye halkında da AKP-MHP iktidarına karşı mücadele etme zemini güçlenmiştir. CHP’nin bu zemini ortadan kaldırmasına fırsat vermeden demokrasi ve özgürlük mücadelesini geliştirmelidir. AKP iktidarının imajını rötuşlama anlamına gelen hiçbir girişimini bir normalleşme ve yumuşama olarak görmemelidir. Seçimleri kaybeden Tayyip Erdoğan şimdi kendisine karşı tutum koyan ve mücadele eden Türkiye halklarına karşı bir özel savaş yürütmektedir. Hiçbir söylemi gerçek anlamda da demokrasi için bir adım değildir. 23 yıllık Erdoğan yönetimi ve siyaseti bu gerçeği ortaya koymuştur. Bu adamın tek derdi vardır; o da iktidarda kalmak ve yandaşlarına çıkar sağlamaktır. Şimdi bunun yolunu da Kürt düşmanlığında öncülük yapmada görmektedir.
Kürt halkı ve demokrasi güçleri seçim sonrası ortaya çıkan siyasi ortamı iyi değerlendirip örgütlenmeyi ve ortak mücadeleyi geliştirmelidirler. Demokrasi güçlerinin önünde böyle tarihi bir sorumluluk vardır. Örgütlenmeye ve mücadeleye kilitlenilmeli. Bu faşist iktidarı yıkarak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünün önü açılmalıdır.