30 Ocak 2010 Cumartesi Saat 14:44
12.00
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Giriş
Geçtiğimiz yıllarda Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah
Öcalan’ın İmralı adasında geliştirdiği Savunmalar ile açığa çıkardığı ‘üçüncü
alan’ olgusu bugüne kadar onlarca tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Gerek
Sol-Sosyalist çevreler gerekse de Kürt halkı içerisinde yürütülen tartışmalarda
bizce görülen en temel eksiklik üçüncü alan kavramının 80’lerde ortaya çıkmış
olan Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) ile paralel görülmesi olmuştur.
Bu kurgusal düalizm iki olgunun da doğru çözümlenişi
açısından çok ciddi hatalara sebep olmuştur. Gerek STÖ gerekse de üçüncü alan
adı ile andığımız olguları doğru kavrayabilmek, gelecek kaygısı güden
perspektiflerin işleticisi olabilmek adına olmazsa olmaz koşuldur. Bu bağlamda
ilk olarak STÖ kavramını açmamız, olguyu kendi gerçekliği içerisinde ve kendi
bağlamında değerlendirmemiz, daha sonra ise üçüncü alan olgusunu yalın bir
biçimde açığa çıkarmamız gerekmektedir. Son olarak da üçüncü alan
faaliyetlerinin toplumsal duyarlılığımızla girdiği ilişkileri ve toplumsal
projelerde oynayabilmesi şart olan rolü tartışmaya açacağız.
Sivil Toplum Örgütleri (STÖ)
STÖ nedir sorusuna kendi önel penceremizden bakmadan önce
genel kabul görmüş tanımlamalarını irdelemekte yarar görüyoruz. Bu bağlamda
1994 senesine ait Birleşmiş Milletler örgütünün yapmış olduğu STÖ tanımına
bakmamız gerekiyor.
Buna göre STÖ’ler
“Üyeleri bir ya da birden fazla ülkenin vatandaş ya da vatandaş
derneklerinden oluşan, faaliyetleri işbirliği yaptığı bir ya da birden fazla
topluluğun ihtiyacı doğrultusunda üyelerinin ortak iradesiyle şekillenen, kâr
amacı gütmeyen kuruluşlar olarak
tanımlanmaktadır.
Birleşmiş Milletlerin bahsi geçen tanımı STÖ’leri tüm
ideolojik bağlamından sıyırarak onu salt bir ihtiyaç örgütü yaparken,
faaliyetleri işbirliği yaptığı bir ya da birden fazla topluluğun ihtiyacı
doğrultusunda üyelerinin ortak iradesiyle şekillenen(…) biçimindeki tanımlama
ise ihtiyaçların öznel olarak yorumlanması gerçekliğini de göz önüne
aldığımızda, aslında STÖ’lerin bu tanımdan yola çıkarak ideolojik çizgi sahibi
olabilecekleri sonucunu da beraberinde getirmiş olur.
Yukarıda da görüldüğü üzere resmi tanımlanmasında ideolojik
işlevinin onu oluşturan kişi ve grupların irade ve niyetine bırakıldığı STÖ’ler
fiiliyatta bir dizi mistifikasyon sürecine de tabi tutulmuşlar ve pratikte tüm
ideolojilerden bağımsız birer cemaat örgütü biçiminde bir algılanma sürecinde
anlamlandırılabilmişlerdir. Bu da zamanla STÖ’lerin tanımlanması sürecinde bir
dizi değişikliği de beraberinde getirmeye itmiştir. Örneğin konu ile ilgili
Simmons’un tanımlaması şu şekildedir: “Sivil Toplum Örgütleri ulusal
hükümetleri, çok taraflı kuruluşları, ulusal ve çok uluslu şirketleri dört
yönde etkileyen kuruluşlardır. Maddeler halinde sıraladığımızda bunlar gündem
oluşturmak, sonuca yönelik pazarlık yapmak, meşruiyet kazandırmak ve çözümleri
hayata geçirmek olarak tanımlanabilir .
Yukarıdaki Simmons tanımına göre de STÖ’ler mevcut
Kapitalist toplum sınırları içerisinde bir güç olan ve bu gücünü etkin olduğu
alanda amaçları doğrultusunda kullanma gücüne sahip kuruluşlar olarak
görülmektedir. Oysa Simmons tanımında da görüldüğü üzere STÖ’lerin
ideolojik-politik işlevine değinilmemektedir bile. Burada STÖ’lere biçilen
misyon mevcut sistem sınırları içerisinde ve genel işleyişe asla muhalefet etmeden
restore çabalarına girişmek, sistemin kendini tazeleyebilmesi ve vicdanını da
bu anlamda pazara sürebilmesi adına çeşitli çalışmaları yürütebilmektir.
Sivil toplum kavramı gelişim sürecine Platon ve Aristo ile
başlar. Kavram o dönemin şehir devletçikleri ile birlikte ele alındığından ve
belki de ona dayandığından devlet kavramı ile birlikte ele alınmış ve ona
bağımlı olarak anlamlandırılmıştır. Fakat zaman içerisinde her olguda olduğu
gibi bu olguda da kavramsal düzlemde değişmeler olmuştur. Jean BODİN aileyi
sivil toplum olarak devletten ayırırken, mutlak monarşilerin bütün güç ve
baskılarına rağmen onların kontrollerinden kaçan ve böylece özerk (otonom) bir
sürecin şekillenmesini sağlayan güç olarak ‘Sivil Toplum’, Hegel’de devletten
ayrı bir yaşam alanı olarak politik toplumdan ayrı tutulmuştur. Marks ve
Gramsci de aynı yolu takip ederek sivil toplum – devlet ayrılığını doğru bir
biçimde çözümlemişlerdir. Oysa sivil topluma bugün sahip olduğu anlamı
kazandıran süreç, tarihsel zemin üzerine oturmuş bulunan ve burjuvalaşma tarihi
olarak da nitelendirilebilecek olan tarihsel sürecin pratik yansımalarından
başkası da değildir.
Feodal üretim tarzı ve buna dayalı üretim ilişkilerinin
hâkim olduğu bu dönemde toprağa bağlı serf ya da bağımlılık ilişkisi bakımından
aynı düzeyde soylu sınıfından olmayan, kırsal alan yerine şehirlerde yerleşen
ve daha ziyade (ilk dönemlerinde) ticaret ile uğraşan burjuva nüvelerini ve
zanaatçıları nitelemek için kullanılmaya başlanır. Amacından bağımsız olarak bu
dönemde sivil toplum kavramı otorite, otoriteye doğrudan bağlı geleneksel halk
kitleleri ve otoriteyle olan bağını görece zayıflatmış, etkinliğini otoriteden
bağımsız olarak inşa edebilen halk kitleleri biçiminde toplumu
sınıflandırmıştır. En azından kavramın kullanımı bu şekilde bir sınıflandırmayı
zorunlu kılmaktadır. Elbette burada otorite ile bağı görece daha zayıf olan
kesim (kendi toplumsal kuruluşu ve kendi yaşam felsefesinin biçimsel ve pratik
kurulumu bakımından) o dönem yeni yeni palazlanmaya başlayan burjuvazi
olmaktadır. Fakat sivil toplum kavramını o gün için bir zorunluluk olarak tarih
sahnesine çıkmaya zorlayan şey yalnızca burjuvazinin tarih sahnesine çıkışı ve
alternatif bir ilişkiler bütününü toplumsal alanın geleceği için öngörmesi
değildir. Aksine bu kurulumun gelişim seyrini ve onun maddi (üretimsel)
süreçlerini ve buna bağımlı düşünsel süreçlerini, hem mevcut otoriteden ve onun
tüm uzamlarından, hem de mevcut konumu ile verili otoriteye göbekten bağımlı
geleneksel toplumdan bağımsız bir alanda kendi imkânları ile gerçekleştirecek
olmasıdır. Bu durum, toplumsal yapıda en belirleyici ilişki biçimi olan üretime
bağımlı ilişki biçiminin ve buna dayalı bağımlılık ilişkilerinin otoriteden
kopuşu anlamında ilerletici olmakta ve tanım olarak yeni bir kavramı zorunlu
kılmaktadır. Böylece sivil toplum kavramı bugünkü burjuva sınıfının ilk adı
olarak değil bugünkü kullanımından farklı olarak bir üçüncü alanı nitelemek için tarih sahnesinde yerini
almıştır.
Burjuvazinin artık bir güç olduğu ve mevcut otoriteyi
hedefleyerek elde ettiği andan itibaren sivil toplum da biçim olarak değişim
geçirir. Bugün Avrupa’da ve dünyanın geri kalan alanlarında kullanıldığı biçimi
ile sivil toplumun yeni kimliği egemenliğin el değiştirdiği o anda
şekillenmiştir. Özgürlüklerin ve bireyselliğin(!) çağında yani burjuva çağında
bir baskı ve cendere aracı olarak devlet yoktur. Artık devlet toplumsal üretimi
ve ilişkileri düzenleyerek kaotik ortamın, üretimin ve refahın önüne geçmesini
önleyen bir araçtan başkası değildir. Ve bu kutsal düzen (!), tarihin de sonu
anlamına geldiği sürece bağrında alternatif ilişkiler taşıyan yeni toplumun,
bir üçüncü alanın, devlet ve burjuva düzeninden bağımsız olarak şekillenmesinin
de bir anlamı kalmamıştır. Dolayısıyla üçüncü alan olarak sivil toplum
kavrayışı gitmiş, yerine piyasa ilişkilerinin spotları altında şekillenmeyi
bekleyen bir ‘3. Sektör’ anlamında sivil toplum olgusu geçmiştir.
‘3. Sektör’ anlamında sivil toplum, bir olgu olarak tam
anlamıyla tarihsel kimliğine ancak, 20. yüzyılın ortalarında Keynes’çi ekonomik
modelin ekonomik bunalımlar, devrimler ve 2. Dünya savaşının yıkıntıları
altında afallayan burjuvazi tarafından bir kurtarıcı olarak sahiplenilmesi
sürecinin akabinde kavuşabilmiştir. Sivil toplum olgusunun kendini bu kadar geç
gerçekleştirebilmiş olmasında dönemin muhalif kimliği altında şekillenen
ideolojilerin bir ‘üçüncü alan’dan ziyade doğrudan otoritenin kendisine,
devlete oynamalarının da etkisi yadsınamayacak kadar büyük olmuştur. Acı olan
ise tam da bunu yani otoriteyi karşıtı anlamında sahiplenmeleri olmuştur.
Marksizm’in bu dogmatik ve eksikli kavrayışı, toplumsal alanın şekillenmesinde
üst yapı araçlarını aynadaki birer yansıma olarak görme hatasına düşmüş, yeni
toplumsal kuruluşun alt ve üst yapı kurumları ile birlikte bir yaşam ve anlayış
biçimi ile bağımsız örgütlenmesini öngörememiştir. Elbette bunda dönemin maddi
şartlarının olgunlaşmamış olmasının da etkisi azımsanmayacak orandadır. İki
kutuplu dünyanın ulaştığı çelişki ve çatışma düzeyi, dünyanın bir yarısını demir
bir perdenin altında kendi yaşam olgusuna dahi yabancılaştırırken, diğer
yarısında yaşanan gelişmeler, aslında ilkinden hiç de farkı olmayan ikinci
eğilimi, demokratik ve özgürlükçü alanlar nezdinde geri çekilerek bir nefes
alma koşulunu yaratma mecburiyetine sürüklemiştir. Burada geniş halk
eylemliliklerinin ve komünist rejimden duyulan korkunun payı oldukça büyük
olmuştur.
Sivil mi Resmi mi, Toplum mu Devlet mi?
Zamanla bu demokratik yaşam alanları insanların özgürlük
düzeyini yeterince kavradığı burjuvaziye karşı geliştirdikleri savunma
mekanizmaları olarak sendikalar, toplumun yaralarını sarma anlamında bağış
kuruluşları ve çeşitli hak ihlallerini sona erdirme ya da sınırlama iddiasına
hizmet eden uluslararası af örgütleri, hak savunucuları vb. biçimde kendini
ifadelendirmiştir. Özünde temel çelişki, sistemden kaynaklanan sorunların bir
şekilde sistem içi çözümlenmesi çabasından başkası değildi. Burada temel muhatap
devlet ya da devletler olarak belirlenmiş ve toplumsal mücadele, ondan
kaynaklanan eşitsiz, gayri vicdani ve haksız durumların açtığı yaraları kendi
imkânları dâhilinde çözme amacını gütmüştür. İkinci aşama olarak palazlanan
özel şirketler ve büyük tekeller de hedef dâhiline girmiş özellikle ekolojik
dengeyi gözeten kurum ve kuruluşların temel mücadele muhatabı haline gelmiştir.
Burada temelden bu kurum ve çalışmaları hedef alan iki
farklı kutbun yaklaşımları da dikkat çekici olmuştur. İlk grup bu kuruluşların
çözümleme anlayışlarını sistem içi bir cepheden geliştirdikleri iddiasının
dolaysız sonucu olarak onları sistem içi bir uzlaşı olmakla suçlamış. İkinci
grup ise onların yer yer “haddini aşan
söylem ve çalışmalarını kendi toplumsal kavrayışları açısından oldukça
tehlikeli bulmuş ve onları sistem içileştirmeye bu da yetmezse çeşitli baskı
mekanizmalarını devreye sokarak etkisiz kılmaya çalışmıştır. Özünde bu tarz
yapılanmalar doğaları gereği ne sistem alternatifi kitle örgütleri oldular ne de
sistemin genel çerçevesi içinde birer muhalefet alanı.
Piyasa toplumunun tam ortasında hem onun iç çelişkilerinden
hem de iki kutuplu dünyanın karşılıklı çelişkilerinden yararlanarak mevcut
sistemin kaynaklandığı sorunları çözümleme anlayışı onun temel biçimleyeni
olarak bugünkü kavrayışını biçimlendirmiştir. Sektör olarak şekillenme anlayışı
ise doğrudan piyasa ilişkilerinin çelişkileri üzerine oynayan kutbun öte
yarısını direkt ya da dolaylı olarak dahi kullanmayan örgütlenmelerde belirmeye
başlamıştır. Bunlar içerik olarak daha ziyade büyük bağış ve sağlık örgütleri
olarak biçimlenen kuruluşlar olmuşlardır. İki kutuplu dünyanın sonu ve
enformasyon çağının şekillendiriciliği altında 2000’li yıllara girildiğinde
sivil alan tümden bir sektör konumuna itilmiştir. Artık doğrudan alternatifsiz
görünen sistemin çelişkilerine yine aynı sistemin olanak ve kaynakları ile
yüklenmek zorunluluğu onların muhalif karakterlerini doğrudan etkileyerek
olanca etkisizleştirmiştir. Zaten daha muhalif olan yapılanmalar da mevcut
durumda dogmatizm batağına saplanarak uçta olmaktan kendilerini alamamışlardır.
Alternatifini üretememe, sadakacı anlayışın beslendiği en
temel toplumsal psikoloji alanıdır. Sadaka alan için de veren için de tek
alternatif olmak durumundadır. Böylece düzenin güçlüleri kenara itilmiş olana,
dışlanmış olana, daha da korkuncu kendi olmayanın tamamına sadakalarını
dağıtarak onlarda görmeyi umduğu küçük gülücüklerde vicdani huzuru arar. Artık
sivil alan en güçlü dinlerin dahi bireyde sağlayamadığı vicdani boşalmayı
sağlayan en temel alan olmuştur. Böylece 21. yy’ın modern bireyi her gün tekrar
tekrar ürettiği, tanık olduğu vahşetin yükünü bir nebze olsun omuzlarından
silkerek rahatlamıştır. Özünde burada gelişen edilgenliğin toplumsal vicdana
yansımasıdır. Modernizmin edilgenliği 2000’li yıllarda ifadesine
kavuşabilmiştir. Elbette biz burada görünürdeki niyeti değil yöntemin
biçimlendiriciliğinde dipte gelişen anlayışı tartışıyoruz. Aksi durumda bu tarz
örgütlenmelerin bayraklarında asılı duran halelerdeki demokratik yaşamın
örgütlenmeleri belirlemesini ciddiye almak durumunda kalırdık.
Çağın belirlediği amaç görünürdeki amacın üzerine çıkarak
yöntemi belirlemeye başladığı andan itibaren sektör son kurumlaşmasını da
sağlamıştır. Ve bu hali ile bize pek de çekici gelmemektedir. Birkaç örnekle
açalım: Afrika kıtası, Kuzey ülkelerinin bitmez tükenmez kaynak sömürüleri
sonucunda yağmalanmış ve talan edilmiştir.
Kıtada bugün nüfusun yarısı günde 1 dolardan az parayla yaşıyor.
Afrika’nın 10 ayrı ülkesinde 130 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya.
Bu sayı Sahra güneyindeki Afrika’da her üç kişiden birine tekabül ediyor. Orta
Afrika’nın yollarının sadece % 12’si kullanılır durumda. Nüfusun % 20’si
kesintisiz elektrik kullanamıyor. Temiz su kaynakları çok kısıtlı. Bölgede
görülen hastalıkların % 80’i pis sudan kaynaklanıyor. Günde 40-50 bin çocuk ölümü yaşanıyor. Çocuk
ölümlerinin çoğu sıtma gibi önlenebilir hastalıklara bağlı ve 100 milyon
dolarlık bir bütçeyle bu hastalıklarla mücadele edilebilir. Yüzyılın en acımasız hastalığı olarak
adlandırılan AİDS vakalarının 2/3’üne Afrika’da rastlanıyor. Güney Afrika’da
her 3 kişiden 1’i AİDS’ten ölüyor. BM, 2025 yılına dek Afrika’da 80 milyon
kişinin AİDS’ten öleceğini açıkladı. Afrika’da şu an 25 milyondan fazla AİDS’li
var. AİDS en çok kadınları vuruyor ve kadınlar AİDS’li hastaların % 70’ini
oluşturuyor. Sahra güneyindeki Afrika’da bir kadının gebelik ya da doğum
sırasında ölme riski, zengin ülkelerdeki annelere göre 10 kat daha fazla.
Kuzey ülkelerinin kendi ateşli silah pazarlarını eritmek
için Afrika kıtasına yaptığı satışlar ve alevlendirdikleri çatışmalar sonucunda
Afrika ülkelerinin silahlanma oranı son 30 yılda 3 katına çıkmıştır. Sonu
gelmez kabile çatışmalarında yüz binlerce insan ölmüş yahut sakat kalmıştır.
Tüm bunlar ise gözünü kar hırsı büyümüş küresel devlerin ve devletlerin
uyguladığı genel politikaların bir ürünü olagelmiştir.
Oldukça ironiktir ki STÖ’lerin en fazla geliştiği ve kendini
ifade ettiği bu ülkelerde sistemden kaynaklanan hiçbir sorun tartışmaya
açılmazken, Afrika kıtasına yüzlerce STÖ müdahalede bulunmuştur. Bir yandan
Afrika kıtasındaki savaşı, sattığı silahlarla finanse eden kuruluşlar diğer
yandan fonları ile destek çıktıkları ‘Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’ ve
benzeri kuruluşlar aracılığı ile kıta savaşlarında sakat kalanlara tıbbi destek
sunabilmektedirler(!) Açlığa mahkûm edenler açlıkla mücadele örgütlerine
aktardıkları fonlarla yiyecek ve giyecek yardımında bulunabilmektedirler.
Cehalete mahkûm kılanlar Afrikalı çocuklar için göstermelik birkaç fon
oluşturabilmekte ve kendi STÖ’lerini ‘yaraları sarmak’ ve ‘güler yüz’ göstermek
adına kıtalar arası müdahalelere teşvik etmektedirler. Bu oldukça ironik ve
acınası tablo bile STÖ’lerin aslında kime ve neye hizmet etmek adına kullanıldıklarını
gösterebilmektedir.
Bir kıta ve birkaç örnekle açımladığımız tabloyu geliştirmek
elbette mümkündür. Buradan yola çıkarak
STÖ ya da STK olarak adlandırılan kuruluşların hiç de BM’nin ya da Simmons’un
tanımladığı gibi uluslar arası kuruluş ya da hükümetleri etkileyen, sorunları
açığa çıkararak gündem oluşturan ve çözümleyen örgütler olmadıkları, aksine bu
kuruluşların rotasını ve hareket alanını bizzat sorunların doğrudan kaynağı
konumundaki uluslar arası kuruluşlar ve devletlerin çizdiği, bu anlamı ile de
görünüşte sivil fiiliyatta ise oldukça resmi politik yapıların temsilciliğini
yapan kuruluşlar oldukları görülmektedir.
Burjuva uygarlığı yeni toplumsal biçimlenme ile kendi
konumunun meşruluğunu garantilemek adına mevcut olan tüm üst yapı alanlarında
yoğun bir manipülasyon ve tahrifat politikası gütmüştür. Buna yukarıdaki örnek
üzerinde de görüldüğü gibi STÖ’lerin anlamlarının ve işlevlerinin kendi
tarihsel süreçleri ile ters düşmek pahasına tekrar tanımlanmaları da dahildir.
Olgular, kavramlar ve bilim yeni uygarlıksal sürecin ihtiyaçları doğrultusunda
gözden geçirilerek yeni biçim ve anlamlara kavuşturulmuştur. Bu durum dönemin
tüm alternatif mücadele biçimleri açısından büyük bir dezavantajı da
beraberinde getirmiştir.
Yazımızın başında BM tanımlanmasının STÖ ve ideoloji-politik
ilişkisinin varlığını tam anlamı ile reddetmediğini vurgulamıştık. STÖ’leri
işleten onu oluşturan cemaatlerin niyet ve iradeleridir. STÖ’ler kendi hedef
kitleleri kadar genel toplumsal sorumluluklarla donanmalı ve gerektiğinde
toplumsal ittifak çalışmaları gerçekleştirmeli. (Küresel Manifesto–2005)
“STÖ’ler devlet ve onun kurumsal alanlarının dışında bir özgürlükler alanıdır.
Özgürlüğün yaratılması gereken tüm alanlar STÖ’lerin varlık
nedenidir.(Kean–1988). “Toplumu alışkanlıklarından koparan ama onun yerine
yenilikleri getiren, geliştiren alanlar yaratmak.(Tomson Cehrmin–1994).
“STÖ’ler Üçüncü Alanı resmi otoriteler tarafından daraltılan ve o otoritelere
muhalif toplumsal kesimlere karşı sorumlu, demokratik, bağımsız ve özgürlükçü
olmalıdır. (Wood.2003)
Yukarıda ki alıntılar STÖ’lerin tanımlanmasında tam da bizim
vurgu yaptığımız yere işaret etmektedir. Yani olguyu burjuva biçiminden
sıyırarak tekrar tanımlamak ve onu bizim ‘üçüncü alan’ kavrayışımızın ortasına
oturtmak da yine bize düşmektedir.
Üçüncü Alan ve Bağlamındaki Sivil Toplum Örgütleri
İnsanlık tarihi boyunca gelişen hiçbir toplumsal düzen
bireyi kapitalizm kadar düşkünleştirmemiş, emeğine bu denli
yabancılaştırmamıştır (Karl MARKS). Toplumsal düzen özünde ne bir gönüllülük ne
de bir anlaşma ürünüdür. Yaşamın temel koşulu olan üretimin örgütlenmesi için
bir zorunluluktan başkası değildir. Dolayısıyla insan üretiminin sonucu,
emeğinin ürünüdür. İnsan tekniği ile doğayı biçimlendirirken özde hızla gelişen
kendi yeniden biçimlenişinden başkası değildir.
En katı köleci sistemden feodal sistemlerin tüm vahşiliğine kadar
gelişen, insanın emeğinin sahibi olması gerçeğidir. Ürettiği ürünlerine anlam
veren birey onlar üzerinde güç olma konumuna da ulaşmış demektir. Etkin oluş
üretimde geliştikçe üretimin şekillendiriciliğinde biçimlenen toplumsal
ilişkiler düzeyinde de gelişmesini tamamlar. Böylece insan ürettiği tekniğe
karşı yabancılaşmaktan kurtularak toplumsal düzlemdeki bilincini belirler.
Fakat kapitalist toplum düzeninin işi parçalayış biçimi özellikle çalışma
alanlarındaki örgütlenme tarzı birey ile
işi arasına mesafe koymuş, birey işine ve dolayısıyla üretime yabancılaşmıştır.
Bu tarz bir edilgenlik biçim olarak hayata bakışımızdan tutalım doğrudan
hayatımızın kendisini yaşayış biçimimizi etkiler. Kaçımız evimizde kullandığımız televizyonun
nasıl çalıştığını biliriz ya da fırının, buzdolabının… Teknik karşısında biçare
duruşumuz hele bir de sistemin karşıtının tarih sahnesinden görkemli silinişi de
eklenince bir bütünen kanıksama, kabullenme kişiliğini hem toplumsal
kişiliğimiz hem de bireysel şekillenişimiz üzerinde oturtmaya yetmiştir. Bu 20.
yy’ın üretim biçimi ve tekniğinin karakteristik özelliği olarak modernitenin
temel kişiliğini oluşturur. Burada modernitenin temel varyantlarından farklı
bir şey olma iddiasını taşıyan postmodern ya da enformatik çağ kavramı ile 21.
yy gerçekliği karşımıza çıkıyor.
Diğer bütün şeyler dışarıda bırakıldığında 21. yy’ın, nam-ı
diğer enformasyon çağının temel belirleyeni, bir fark olarak karşımıza çıkıyor:
“Bilgisayar teknolojisi . Bir tarihsel çağı diğerine eviren temel sürecin
teknik alt yapıdaki değişimler olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. 21. yy’a
anlamını veren ise işte bu teknik alt yapının hiç de ağırbaşlı olmayan yaramaz
çocuğu bilgisayarlardır. Bilgisayar ve sonucu olan yeni teknik alt yapı
üretimin modernist örgütlenmesini geriletmiş, işi tekrar bütünlüklü bir süreç
olarak üretenin ellerine vermiştir. Fakat daha da önemlisi pek de dikkat
edilmeyen bu harika aletin kişiliğinin 20. yy. teknolojisinin karakter
özelliklerinden bir farkının oluşudur. 20.yy. teknolojisinin kullanım açısından
en belirli özelliği kullanıcıyı devre dışı bırakan, kullandığı aleti tanımasını
pek de gerekli görmeyen tek taraflı ilişki biçimiydi. Televizyon ile olan
ilişkimizi düşünün. Fakat bilgisayar teknolojisi bu tek taraflı edilgin
ilişkiyi yıkabilme imkânı ile yeni yy’ın alternatifini oluşturmada bir imkânın
aynası oldu. Bilgisayar teknolojisi ile bireyin ilişkisi o kadar karşılıklıdır
ki onu her an tanımayı zorunlu kılmaktadır. Onunla ilişki karşılıklı bir
etkenliği koşul kılar. Dünyanın gözünde kâbus konumuna sürüklenen hackerlerin
(kırıcıların) ilişki biçimi bu anlamı ile yeni yüzyılın birey teknik ilişkisi
bakımından ilk örneği olmaktadır. Belki de sırf bu yüzden çok uluslu
şirketlerden tutalım devlet yapılanmalarına kadar bu tarz ilişkilenmeyi hedef
göstermekten kaçınamamaktadırlar. Diğer şeyler bir yana tekniğin bu tarz bir
örgütlenmesi dahi bireyin edilgenliği üzerine yıkıcı darbeler indirmeye
başlamıştır. Bu temelde bilgisayar üzerinden gelişen alternatif muhalefet
odaklarının gün geçtikçe artan etkileri örnek gösterilebilir. Bu teknolojik
gelişmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Aynı tekniğin diğer bir yönü de
küreselleşme ve küçülme olgusudur. Toplumun yeni örgütleniş biçimi otorite
olarak devleti anlamsızlaştırmış ve onu sadece basit birer koordinasyon aracı
konumuna indirgemeye başlamıştır. Elbette bunda 20. yy artığı sivil sektör
örgütlenmeleri ile birlikte belki de işte bu yeni süreci önceden sezen yeni
muhalif sivil alan örgütlenmeleri de belirleyici olmuştur. Tekniğin yeni biçimi
toplumun bir bütünen üçüncü bir alanda hem üretimsel hem de bu temelde gelişen
sosyal ve siyasal kuruluşunu mümkün kılmaktadır. 20. yy. anlayışlarının artığı
olan sivil sektör kurumlar ya bu sürece adapte olacak ya da geleneksel toplum
ile birlikte bir çözülmeyi de doğallığında yaşayacaklardır. 21. yy. ise bu
çözülme üzerinden hem geleneksel topluma hem de bürokratik militarist bir araç
olan devlete alternatif bir toplumu maddi ve düşünsel örgütlenişi ile ikisinden
de ayrı bir üçüncü alanda kuracaktır.
İki yüzyıl önce burjuva toplumu tekniğin verdiği gelişime
paralel temel düşünüş ve yaşam kurgusunu geleneksel toplum ve devlete
alternatif bir alanda örgütleyerek kuruluşunu gerçekleyebilmişti. Aynı düzeyde
teknik ve düşünsel gelişim bugünkü toplumsal yapılar üzerinde de bir imkânı
yaratsa da temel biraz farklıdır. Burjuva toplum bu kuruluşu otoriteyi
etkisizleştirmek ya da ona alternatif olmak için değil aksine onu ele geçirerek
kendi kuruluşunu noktalamak adına gerçekleştirmiştir. Aynı düzeyde Marksist muhalefet
de temel politikalarını devlet üzerine inşa ederek otoritenin doğrudan fethi ve
hatta bir dönem için kullanımını öngörerek sivil alanı etkisizleştirmiştir.
Devlete ya da geleneksel topluma dayalı politikaların hiç de özgürlüğe gebe
olmadığı, toplumun demokratik yeniden kurulumuna kesinlikle hizmet etmediği,
iki örneğin son iki yüzyıllık tarihinde yeterince görülmüştür. Oysa tekniğin son süreçteki kurulumu her
türden otoriter baskı biçimi olarak devleti ve ona üretimin örgütlenmesi
işlevinin bir sonucu olarak göbekten bağımlı olan geleneksel toplumu mevcut
hali ile gereksiz konuma iterek aşılma noktasına doğru sürüklemektedir. Artık
otoritenin ele geçirilmesi değil alternatifinin, 3 kuşak haklarının ve evrensel
hukuk normlarının demokratik yeni yaşama uyarlanması sonucu üçüncü bir alanda
gerçeklenmesidir. Bu alan ne devlete dayalı olacak ne de ona kökten bir karşı
duruşu içerecek aksine onu zamanla basit bir koordinasyon aracı durumuna hizmet
eder bir konuma sürükleyerek işlevsizleştirecektir. Bu temel görevi ise tam da
bu noktada alternatif örgütlenmeler olması gereken yeni sivil toplum anlayışı
üstlenecektir.
“Çağdaş demokraside siyaset kurumu da devlet ve toplumun
demokratikleşmesi yönünde dönüşmekte, devletle toplum arasında bir köprü rolünü
oynamaktadır. Siyasetin demokratikleşmesi devletten topluma, toplumdan devlete
doğru akış kanallarının gelişmesi ve kurumlaşmasının önem kazanmasıdır. Bu
durum dinamik siyaset kavramına ve uygulamasına yol açmaktadır. Daha önceleri
siyaset toplumun dışında, rolü ve organları belirlenmiş, kuralları
gelenekselleşmiş donuk bir kurum niteliğindeydi. Siyasetin bu gerçekliği,
değişimi zorla, darbe yoluyla sağlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden
değişimler hem zor hem de kanlı gerçekleşmektedir. Demokratik siyaset ise,
düzenli seçimlerle ve çoğulcu parti anlayışıyla, istenilen fikir ve program
altında, her kültüre ve gruba kendini demokratik devlete yansıtma şansı
vererek, değişimlerin barışçıl ve hızlı aralıklarla gerçekleşmesine uygun bir
sistem olmaktadır. Değişimin hem şansı hem yöntemi herkese açık
bırakılmaktadır. Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler ve çeşitli sivil
toplum kuruluşları için siyasi karar organları üzerinde oldukça etkili olma
yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır.
Demokratik siyaset araçları da diyebileceğim bu alan yeni
gelişim sağlamaktadır. Daha önceki çağlarda yasaklı kılınmalarından ötürü gizli
çalışmak zorunda kalan bu araçlar, çağdaş demokrasilerde vazgeçilmez araçlar
konumuna gelmektedir. Siyasal partiler başta olmak üzere ekonomik, kültürel,
sanatsal, sosyal, sportif, bilimsel, çevresel ve teknik alanlarda daha çok
mesleki özelliği olan bu kurumlaşmalara bir bütün olarak sivil toplum
kuruluşları denilmektedir. Klasik devletle toplum arasında, çağdaş demokrasinin
gelişim tarihinde en önemli toplumsal gelişme araçları olarak sivil toplum
kuruluşları, demokratik yaşamın vazgeçilmez araçlarıdır. Buna Üçüncü alan
denilmesi önemlidir. Tarihte üçüncü alan ilk defa bu biçimiyle ortaya
çıkmaktadır. Çağa demokratik uygarlık niteliğini vermesi de bu öneminden ve
yeniliğinden ötürüdür (Abdullah ÖCALAN, Sümer Rahip Devletinden Demokratik
Cumhuriyete Doğru, Cilt I)
Yukarıdaki ifadeden de anlaşılacağı üzere üçüncü alan olarak
tabir edilen toplumsal kesim dinamik siyasetin bizzat uygulayıcısı olarak
görülmekte ve toplumsal dönüşümde başat bir rol oynadığına, oynaması
gerektiğine vurgu yapılmaktadır. “(…)Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler
ve çeşitli sivil toplum kuruluşları için siyasi karar organları üzerinde
oldukça etkili olma yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır.
Demokratik siyaset araçları da diyebileceğim bu alan yeni gelişim
sağlamaktadır. (…) bu şekilde
tanımlanmış bir üçüncü alan toplumsal konumlanışının bilincindedir. Kendini
geleneksel toplum ve devletten ayırırken ölçütünü değişim olgusu üzerine inşa
eder. Kendinden başlayarak bir yeni toplum hedefi üzerinde durur ve toplumsal
dönüşümün aktif dinamiklerini bağrında yaratır. Bir eylem alanıdır. Toplumsal
aktörler bu alanda şimdiye kadar hiç olmadıkları kadar aktif bir rol oynarlar.
Siyaset toplumsal kesimlerin merkezine iner, yapılan her aktivite, bilinçli ve
daha büyük bir siyasal eylem olan ‘dönüştür ve değiştir’ eyleminin parçasıdır.
Yani aslında Simmons’un tanımında belirlediği görevler geleneksel sivil toplum
anlayışından çok bizzat üçüncü alan kavramsallaştırması ile bilince çıkarılmış
aktif bir siyasal alanın örgütleri için anlamlı olmaktadır.
Görüldüğü gibi tarihsel bağlamında ne üçüncü alan ne de STÖ
emperyalizmin hizmetinde değildir. Yalnızca kavramı kendi iç ve dış
bağlantıları ve çatışmaları içerisinde bizzat olması gereken yere koyduğumuzda
bu böyledir. Ve bu o kadar ince bir hattır ki birden dönüşümü hedefleyen STÖ
kavramsallaştırmasından çok çabuk bir biçimde kendi sistem gerçekliğinin
yedeğinde işlevselleşen ve tüm olumsuzluklarını Afrika örneği üzerinde
işlediğimiz STÖ kavram bataklığına saplanmamız da olasıdır.
Klasik anlayışlar ya STÖ’leri tümden mahkûm ederek onu
emperyalizmin bir üretimi saymakta ya da tersinden bir anlayışla onun burjuva
kavramsallaştırmasına tabiiyet gösterebilmektedir. “Bu alanda en tehlikeli
hastalık, sivil toplum örgütlenmelerini emperyalizmin işi gibi görüp, kendisini
sözde kutsal sosyalist ve devrimci kadro olarak görmekten başka hiç bir
çalışmayı beğenmeyen klasik solcu anlayıştır (Abdullah ÖCALAN, Sümer Rahip
Devletinden Demokratik Cumhuriyete Doğru, Cilt II)
Üçüncü alan kavramsallaştırmasının altında yatan itici güç
çağın Demokratik Uygarlık çağı olarak nitelendirilmesinde yatmaktadır. “sınıflı
uygarlık çağlarının bilimsel-teknik evrime bağlı olarak aşılmasının tam
sağlanamadığı yenisinin ise tam belirginleşmediği uzun süreli bir tarihsel
dönemin kavramsallaştırılmasını ifade etmektedir. “ (Abdullah ÖCALAN, age, Cilt
I) Bu kavramsallaştırma üçüncü alan kavramının tarihsel misyonunu
oluşturmaktadır. Üçüncü alan olarak adlandırılan sivil toplum hem tarihsel
sürecin bir sonucu hem de tarihin bu biçimindeki itici gücü olmaktadır. Bu
anlamı ile yeni toplumsal düzenin hem prototipi hem de bizzat eski toplumun
ebesi işlevinde yeni toplumun yaratıcısı olacaktır.
Üçüncü alana ve sivil topluma ilişkin burada kısaca
yürüttüğümüz tartışma belirli verileri elde etmemizi sağlamaya yönelikti. Bu
veriler ışığında geleneksel STÖ ve STK tanımı (tanımın burjuva kavramsallaştırması)
tarihsel süreçle çelişen bir zorlamadır ve hiçbir biçimde bizim üçüncü alan ve
STÖ kavramsallaştırmamızla ilişkilendirilemez. Bu biçimi ile
kavramsallaştırmada düalizm batağına saplanmak yalnızca teoriyi anlamamaktan
ileri gelen biçimlerdir.
Sonuç olarak STÖ ve Üçüncü alan yeni toplumun inşası adına
aktif, politik, eylemsel ve sorumlu olarak çalışan ve her eylemin daha büyük
bir eylemliliğin parçası olarak işlevlendiği bağımsız ve amaca yönelik dikey ve
yatay biçimde örgütlenen kurum ve kuruluşlardır. Amacı geleneksel toplum ve devlet
ilişkilenmeleri üzerinden sadaka dağıtmak ve vicdan boşalmasına hizmet etmek
değildir. Temel mantık sektörü
alanlaştırmak, Konfüçyüs’ün binlerce yıl önce belirlediği gibi balık vermek
değil de tutmayı öğretmek ve sivil toplumun, yukarıda oldukça kaba
biçimlendirdiğimiz çağın temel özelliklerine göre şekillendirilmesine hizmet
etmektir. En azından biz böyle düşünüyoruz
Üçüncü Alan Örgütlenmeleri, Misyon ve Araçları
“…Fakat daha çok gerekli olan, demokratik uygarlığın temel
dayanakları olarak çağdaş sivil toplum kurumlarının yaratılmasıdır. Ana
hatlarıyla belirlemeye çalışırsak şunlar söylenebilir: Ekonomik alanda başta
tüketim alanı olmak üzere, ilgili toplum cemaat veya halk grubunun örgütlenmesi
önemli bir dönüşüm gücünü ortaya çıkaracaktır. Gelişmiş toplumlarda bile
tüketici örgütlenmesi etkili olmalarına yol açmıştır. Özellikle tüketim
kooperatifleri, ulaşım şirketleri, turizm ve seyahat şirketleşmeleri, üretim
birlikleri, yardımlaşma, vakıf örgütlenmeleri, ticari ve mali birlikler hukuki
temelleriyle birlikte uygun bir ekonomik gerekçeye dayalı olarak kurulurlarsa,
en önemli gücü oluşturacakları açıktır.
O zaman klasik toplum ve devlet adeta tali plana düşebilir. Dolayısıyla
demokratikleşmeyi yürütmenin en önemli araçları haline gelmiş olurlar. Kendi
üretim ve tüketim kooperatifleri olan, otobüs, otel, banka, oda, vakıf,
yardımlaşma fonu gibi kurumlarını örgütlemiş bir topluluğu ve halk kesimini tüm
toplum ve devlet ciddiye almak ve uzlaşmak zorundadır.
Sosyal alanda eğitim ve sağlık başta olmak üzere kendi
özgücüyle örgütlenmiş bir topluluk, bulunduğu yerin belirleyici güçlerinden
oluşur. Yine kendi öz kültür kurumlarını, tiyatro, sinema, edebiyat, müzik,
resim, film, belgesel türü faaliyetleri örgütlemiş bir sivil toplum son derece
etkili ve çekicidir. Spor alanında özellikle kitleye, gençliğe ve kadına
yönelik salonlar, sahalar, koşu pistleri, dağ ve kır yürüyüş koşulları, sağlık
ve zihinsel zindelik açısından da büyük önem taşır. Özellikle gelişmemiş kent
koşullarında kitlesel sporun yolunu açmak, giderek artan bir ihtiyaç haline
gelmektedir. Seyirlik sporun uyuşturucu etkisine dayalı resmi spor yerine, bu
tür sivil toplumun aktif katılımına dayalı spor en çağdaş sivil kuruluşlardan
biri olmaya adaydır.
Hukuki alanda sivil toplumun öz örgütlenmesi, artan
hukuksuzluk ve hukuksal bilinci, genelde zayıflığı nedeniyle en vazgeçilmez
kurumlardan sayılmaktadır. Tüm sivil toplum birliklerinin, halk gruplarının
birer hukuki büroya kavuşturulmaları hayatidir. Hukuk büroları, hem hukuk
bilincini verip doğru demokratik siyaset yoluna çekmekte hem de hukuksuzluğa
karşı mücadelenin temel çekirdek kuruluşları olarak evrensel hukuk düzenini
oturtmakta en vazgeçilmez sivil toplum kuruluşları niteliğindedir. Mevcut baroları,
insan hakları kuruluşlarını daha kapsamlı ele almak, her köy ve mahalleye
büronun bir temsilcisini görevlendirmeye kadar hukukun ve hukukçunun girmediği
bir yer bırakmamak, sivil toplumun başarısı
için belirleyici bir öneme sahiptir.
Siyasi alanda özellikle partileşmeler doğrudan iktidara
gitme araçları olarak, sivil toplum açısından büyük bir önemle ele alınması
gereken kuruluşlardır. Geleneksel devlet ve toplum rantına dayalı
partileşmeleri aşmak, bunlar yerine toplumun öz gücünü ortaya çıkaran, anayasal
doğrultuyu esas alan, son derece bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bulunan siyasi
partiler, sivil toplumun olmazsa olmaz koşuludur. Eğitilmiş kadro ile en ücra
mahalle ve köye kadar her türlü sivil toplum içinde kolları olan, eski toplum
ve devletle uzlaşma sanatını iyi yürüten
bir siyasi parti düzeni, demokratikleşmenin en temel aracı olarak barış içinde
toplumun ve devletin demokratikleşmesini zorlayarak en hayati rolü
oynayabilecek konumdadır. (Abdullah ÖCALAN, age, cilt I)
Yukarıdaki pasaj şu ana kadar tartıştığımız temel
perspektifler de değerlendirildiğinde üçüncü alan örgütlenmesinin stratejik
alan ve misyonlarına bir vurgu olarak görülmelidir. Tüm bu temel veriler
eşliğinde bir üçüncü alan örgütünün örgütlendiği misyon ve alandan bağımsız olmak
koşulu ile sahip olması gereken özellikleri şu şekilde kategorize edebiliriz:
• Bir
sektör olarak değil alan olarak sivil toplum anlayışını kabul eden
• Toplumun
demokratik alternatif kurulumunun temel ifadesi olan
• Halkın
temel demokratik değerlerine milimi milimine bağlı
• Otoriteyi
gündelik hayatımızda tekrar tekrar üreten erkek egemenlikli bakışı değil, kadın
eksenli demokratik ve ekolojik anlayışı sahiplenen
• Alternatif
olma özelliğini kaybetmeyen
• Her kesime
eşit mesafeli
• Amaca
yönelik işlevsel
• İhtiyaç
ve imkânlarını toplum ile işbirliği içinde karşılayan
• Üretime
dönük
• Kadro
düzeyinde demokratik değerleri yaşamsallaştıran
• 3 kuşak
hakları ve evrensel hukukun temel ilkelerini benimseyerek geliştirme çabası
içinde olan örgütlenmelerdir.
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info