09 Ocak 2010 Cumartesi Saat 10:40
Ulus devletlerin doğuş süreci ve feminist bilincin gelişimi
arasında ne kadar yakın bir bağ varsa da, aynı ulus devletlerin kadını dışlayan
yüzünün de görmezden gelinemeyecek bir durum olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu
durum her ne kadar kadınları mevcut durumun sert bir eleştirisine götürse de
yeni doğmuş tüm ulus devletler günümüze kadar da kadınlara ayrımcılık yapmaya
devam etmiştir. Daha 17. yüzyılda Mary Astell, J. Locke’a ‘Eğer bütün insanlar
doğuştan özgürse nasıl oluyor da kadınlar köle doğuyor?’ diye sorarken doğal ve
evrensel haklar teorisinin gelişimindeki tutarsızlığı da dikkat çekmiş
oluyordu. Bu ve buna benzer çabalara rağmen eşit haklar, eğitim,
hukuksal-toplumsal eşitlik, siyasal oy hakkı talebi gibi önemli talepler ancak
19. yüzyıl ortalarında güçlü bir ifadeye kavuşmuştur. Bu süreçler boyunca bu
talepler göz ardı edilerek aile ve ulusun erdemli anneleri olma misyonu bolca
milliyetçi öğelerle bezenmiş ve neredeyse tüm ulus-devletlerin ortak özelliği
haline getirilmiştir. Partha Chatterjee bu durumu ‘Kadın özgürleşmesinin
ulusal-tarihsel hedefler içerisinde eritilmesi ve kadının ikincilik konumunun
ulusal-tarihsel hedefler içerisinde eritilmesi ve kadının ikincillik konumunun
yeni bir şekilde meşrulaştırılması’ olarak tanımlarken bu gerçeğe de açık bir
vurgu yapmıştır. Artık kadın üzerindeki örtü devlet ve millet örtüsüdür.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devletin
modernleşmesine paralel olan süreç kadınların bazı hukuksal güvencelere
kavuşmasını sağlarken diğer yandan onları devletin aile ve milli
politikalarının araçları olarak ele alınmalarını güçlendiren, kadının
özbilincinin gelişmesini ve sorgulayıcılığını engelleyen bir çerçeve
sağlamıştır. Artık kadın, ulusun bütünlüğünün temel harcı konumuna gelirken,
gelişen feminist bilinç de onun gölgesinden kurtulamamıştır. Kuşkusuz aynı
zeminde yeni doğan devletin ataerkilliği de kadınlık metaforundan milli birlik
ve düzenin istikrarının sağlanması açısından faydalanmıştır. Kadın hem devlet
hem de cemaat merkezli politikaların nesnesi konumuna getirilmiştir. Bir
zamanlar Aristoteles’in sistemlileştirdiği doğa tarafından ‘doğurmak’ için
yaratılmış olan kadınlar, milli bilincin özü olmakta ve vatanı koruyacak, milli
vazifeleri yerine getirecek oğullar yetiştirmekle sorumlu kılınmaktadır. Özellikle
1950’lerde kapitalizmin Türkiye’ye girmesiyle oligarşik bir nitelik kazanmaya
başlayan cumhuriyetin yaşadığı çalkantıyla demokrasinin zayıflaması kadınlara
da yansımıştır. Her ne kadar 1960’lardaki devrimci dalgalanmadan etkilenmiş
kadınlar olmuşsa da sistemin, erkeğin doğru ve güçlü tahlilini yapamama bağımlı
bir duruşu açamamayı getirmiştir. 12 Eylül Darbesi sonrası gelişen
politikalarla da kadın sosyal, siyasal, ekonomik ve manevi temellerden yoksun
bırakılarak şoven politikaların basit bir aracı olmaya devam etmiştir. Bunun
belki de en somut örneği, İzmir’deki faşist linç saldırısında öne çıkan kadın
tiplemesidir.
Son yıllarda kadın haklarını savunan dernekler, vakıf ve
feminist örgütlülükler oluşmuşsa da bunlar da mevcut sorunlara çözüm üretecek
gücü, irade ve inisiyatifi henüz yakalayamamıştır. Diğer taraftan Kürt
kadınının görkemli uyanışı, Türk kadın hareketinin önünü açan, tetikleyici bir
faktör iken, mevcut şoven politikaların etkisi ve Kürt kadın hareketini salt
kimlik sorunu çerçevesinde çalışma yürüten bir hareket olarak gören, oldukça
önyargılı, dar ve Kürt kadınlarının cins mücadelesindeki sıçrayışını görmeyen
bakış açısı, aslında Kürt ve Türk kadınlarının güçlü bir birliktelik
oluşturması önünde engeldir. Kimi ortak etkinlik ve çalışmalara rağmen
milliyetçi, ulus-devlet zihniyetinin güçlü bir sorgulaması Türk kadınlarını
Kürt kadınlarının daha güçlü bir ittifakı haline de getirebilir kuşkusuz. Bugün
eğer bu ülkede güçlü bir barış inşası için daha güçlü bir demokratik kadın
cephesi yaratamıyorsak, bunda salt kadına dönük şiddet söz konusu olduğunda
kısmi zeminlerde ortak paydalarda buluşmamız, fakat Kürt sorununun çözümü söz
konusu olduğunda ise arka planını açtığımız bu zihniyetin henüz aşılamamış
olmasındandır. Kuşkusuz bu zihniyetin kırılması için Kürt kadın hareketinin
kapsayıcı-ortak zeminleri güçlendirici girişimlerini çoğaltması kadar, Türk
kadın örgütlerinin de anti-Kürt atmosferinden sıyrılması bunun ırkçı-şoven
devlet politikalarıyla olan bağını daha güçlü çözümlemesi önemli bir sinerji
yaratacaktır.
Sara AKTAŞ* Midyat M Tipi Cezaevi-Günlük
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info