11 Aralık 2017 Pazartesi Saat 18:20
365 günden
birini İnsan Hakları savunusuna hasretmek ihtiyacı neden icap etti dersiniz?
Böylesi günler sömürülü, sınıflı ve devletli sistemin gasp ettiği toplumsal
değerlerin yeniden kazanılması mücadeleleri ve ödenen bedellerle sisteme de
kabul ettirilmiş günlerdir. 8 Mart, Newroz, 1 Mayıs, 1 Eylül, 25 Kasım, 10
Aralık İnsan Hakları Günü, Basın Özgürlüğü Günü… bu liste uzayıp gider. Küresel
düzeyde olanları kadar, hatta daha da fazla bölgesel ve ulusal günler de
vardır. Hepsinin ortak özelliği ise devletli sistem tarafından gasp edilmiş hak
ve özgürlüklerin yeniden kazanılması mücadelesiyle, yani direnişle, özgürlükle
ve toplumsal mücadele ile bağıdır.
Toplumsal hak ve
özgürlükleri gasp etmenin, hatta mümkünse ortadan kaldırmanın yollarından biri
olarak her hak ve özgürlük için bir gün belirleyerek 364 günü bunlarsız
yaşamayı toplumlara kabul ettirmek, devletli sistem ve kapitalist modernitenin
rahatlıkla kabul edebileceği bir durumdur. Günümüzde yaşanan biraz da bu değil
mi?
Dünya İnsan
Hakları Gününün öngününde insanın toplumsal ve bireysel hak ve özgürlüklerini
yok etmeye dönük ciddi adımlar atılmaktadır. Maxmûr’daki Şehit Rüstem Cûdi
Mülteci Kampının öz savunma güçlerine yönelik saldırı da bu adımların
önemlilerinden biridir. Teorik olarak BM koruması ve denetimi altında olan bu
kampın direnişçi halkı daha önce de çok yönlü saldırıların hedefi oldu. TC,
PDK, DAİŞ gibi güçlerin fiziki imhayı içeren silahlı saldırılarıyla yok
edilmeye çalışıldı. Bunun en son örneği 6 Aralık 2017 günü öz savunma güçlerine
karşı yapılan ve 5 özsavunma savaşçısının şehadetine yol açan saldırıdır. Bu
saldırı, TC’nin özel savaş geleneğine uygun olarak “faili meçhul cinayet ya da
suikast tarzında geliştirilmeye çalışılmıştır.
Maxmûr Güney
Kürdistan’da Hewlêr-Kerkük-Musul üçgeninde yer alan bir kasabadır. Qereçox
dağının yamacında kurulmuş eski bir kasabadır. Maxmûr’un çöle uygun görünümünün
aksine hemen yanı başında yemyeşil meyve ağaçları ve çiçek tarhlarıyla dolu
şirin bir kasaba görünümü kazanmış Kuzeyli Kürtlerin barındığı mülteci kampı
yer almaktadır. 2007 yılında Hewlêr’den yolcu taşıyan bir taksi ile Hewlêr’den
Maxmûr’a giderken arka koltukta oturan orta yaşlı bir öğretmenle sohbet
ediyordum. Konu Güneyli Kürtlerin “PKK Kampı dedikleri Maxmûr mülteci
kampındaki Kuzeyli Kürtlerle Güneyli Kürtler arasındaki ilişkilerdi. Kireç
ocaklarının yanından kasabaya yönelirken Öğretmen iki Maxmûr’u gösterip biraz
da imrenerek “iki kasaba arasındaki farkı görüyor musunuz? Biri onlarca yıl
önce kurulmuş ve Irak’ın buğday ambarı bir ilçe. Diğeri ise en fazla 8-9 yıldır
kurulmuş yemyeşil, cennet gibi bir kasaba! Üstelik o cennet gibi kasabanın
kurulduğu alan PKK’li Kürtler gelmeden önce tam bir yılan ve akrep yurduydu.
Onlarca mülteci çocuğun yılan ve akrep sokması nedeniyle yaşamlarını kaybettiklerini
bilince, yaratılan bu yemyeşil cennetin değeri daha iyi anlaşılıyor… dedi. Bu
farkı nasıl yorumladığını sorduğumda ise Güney insanlarının kolay kolay
dillendirmeye cesaret etmedikleri bir gerçeği dile getirdi: “Bu durum aslında
net olarak iki zihniyetin, iki ideolojinin, iki siyasi iradenin farkından
kaynaklanıyor. PDK ile PKK arasındaki farkı anlamak isteyenlerin bu iki
kasabayı karşılaştırmaları yeter de artar!..
1993-’94
yıllarında sömürgeci faşist TC rejiminin soykırım politikalarını reddedip
Güney’e geçen Botan halkı, TC-PDK kirli ittifakının açlıkla terbiye etmek için
ambargo, hayvanlarını talan etme, kuşatma ve öldürme dahil tüm saldırılarına,
en az 7 kez kamp değiştirmenin ardından o zaman Saddam rejiminin denetiminde
olan Maxmûr’un toz çölünden beter, kükürtlü suyla zehirlenmiş, yılan ve akrep
yuvası bir alanına yerleştirildiler. O ölüm çölünü alın teri, kan ve gözyaşıyla
işleyip onbini aşkın insanın yaşadığı bir kasaba yarattılar. Üstelik yemyeşil
bir alan haline getirmeyi de başardılar. Bunun temelinde Özgürlük Hareketinin
yarattığı kendi kendini yönetme iradesi, kendine yetme bilinci ve bu temelde
direnme kültürü olduğunu söylemek sadece bir gerçeği dile getirmek olur.
TC’nin de,
PDK’nin de hazmedemedikleri, baskı ve sömürü düzeni hanedanları ve faşist
diktatörlükleri için tehdit olarak gördükleri ve bu yüzden de her ne pahasına
olursa olsun yok etmeye, o da olmazsa asimilasyon, bozma, düşkün yaşam tarzına
çekerek denetime almaya çalıştıkları da bu gerçekliktir. BM’nin hayırhah yaklaşımlarının
altında yatan da yine bu gerçekliktir. Çünkü bu halk açlıkla terbiye edilmeye,
yoksulluğa, hastalıklara karşı direnerek kendisi olmayı başarmış, ulusal,
politik ve toplumsal kimliğinden ödün vermeden onurlu yaşamayı her şeyin
üzerinde tutmuştur. Tüm bu saldırılara hedef olmasının asıl nedeni bu toplumsal
direnişçi kimlik ve kişiliktir. Bir de kendine özgü bir özyönetim sistemi
geliştirerek demokratik özerkliğin ilk somut uygulanışını gerçekleştirmiştir.
Eksikliklerine rağmen demokratik bir komün ve meclisler, toplumsal eğitim,
özsavunma sistemi geliştirerek, kendi ayakları üzerinde durarak var olmayı
başarabilmiş olmaları saldırıların esas nedenidir.
ABD’nin Irak’ı
işgalinden sonra PDK’nin denetimine geçen direnişçi Maxmûr halkı, yazın
sıcağına, tozuna, susuzluğuna, kışın kuru soğuğu ve ayazına ek olarak Güney
kentlerine gidip çalışmaları, Avrupa’daki halkımızın yardımları ile BM’nin
zaten yetersiz olan yardımlarının kampa ulaştırılması Barzani ailesinin
denetimindeki Güney yönetimince engellenerek terbiye edilmeye çalışılmıştır.
Tüm bunlar yetersiz kaldığı, daha doğrusu sömürgeci faşist AKP-MHP ile ilkel
milliyetçi ve işbirlikçi PDK yönetimlerinin amaçlarına ulaşmalarına yetmediği
için fiili saldırılar yeniden başlatılmıştır.
Resmi olarak
BM’nin, Irak Merkezi Hükümeti ve PDK’nin güvencesi (?) altında olan bir kampa
savaş uçaklarıyla yapılacak her saldırıdan bu güçler ortaklaşa sorumludurlar.
DAİŞ çetelerinin saldırıları sırasında Şengal, Rabia, Zummar vb. birçok
yerleşim alanı gibi Maxmûr da korumasız bırakıldığından, halk kendi güvenliğini
sağlamak üzere özsavunma güçleri oluşturmuştur. Son saldırı da bu özsavunma
güçlerini hedef almış, 5 özsavunma savaşçısı şehit olmuş, üçü de yaralanmıştır.
Sorun şehit ve yaralıların azlığı ya da çokluğu değil, bir toplumun hedef
alınarak bir katliam girişiminde bulunulmuş olmasıdır. Bir halkın özsavunma
irade ve araçları elinden alındıktan sonra o halka her türlü uygulama ve
bastırma kabul ettirilebilir. Bundan vazgeçmeyen halklar kendileri olarak
yaşamaya hak kazanabilirler. Yok edilmeye çalışılan işte tam da bu kendisi
olarak yaşama iradesi olmaktadır.
Dünya İnsan
Hakları Gününün öngününde gerçekleşen bu katliama karşı BM, Irak Merkezi
Yönetimi ve Kürdistan Bölgesel Yönetiminin sessizlikleri acizliklerinden değilse,
suç ortaklıklarındandır. En az sömürgeci faşist TC rejimi kadar Barzani ailesi
ve PDK de kirli bir tarihe sahiptir. Sadece Hewlêr Katliamını hatırlamak bu
kirli tarihi kanıtlamaya yeter.
Derler ki,
yıkılmaya yüz tutmuş rejimler ve iktidarlar ayakta kalabilmek için zulmü
arttırmaktan başka yol bulamazlar. Bilgeler de bu tür rejimlerin yıkılışını
hızlandırmak için “zulmün artsın! diye beddua ederlermiş. Biz de Dünya İnsan
Hakları Gününde bu faşist sömürgeci rejimlere, işbirlikçilerine ve tüm bunlara sessiz
kalan BM’ye ZULMÜNÜZ ARTSIN! diyoruz. “Zulm İle Abad Olan Xak ile Yeksan Olur!
Yilmaz Uzun
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Yilmaz Uzun