1970’ler, ilk radikal sol mücadelenin geliştiği ve bunun geliştirdiği devrimci koşullarda da PKK’nin filizlenmeye başladığı ve kurulduğu yıllar oldu. 1950 çok partili sisteme ve sözde demokrasiye ya da sandık/seçim demokrasisine geçildiği yıl olmuştu. İşte bu yıldan itibaren, devlet içindeki CHP ağırlıklı Kemalist sol kesimlerle, DP/Menderes iktidarıyla sesiz kavgaya başladıkları yıl olmuştu. Yani ulusal sol ile sağ muhafazakâr DP’nin iktidar kavgasına tutulmaları, bir süre sonra ordu içinde de çeşitli rahatsızlıklara yol açar ve bu, 1960’ta Menderes iktidarının darbeyle yıkılmasına ve Menderes ile iki arkadaşının idamıyla sonuçlanır. Ancak sular durulmaz. 1961 anayasasıyla bazı cüzi hakların kazanılması ve devlet ortamında sola biraz yer verilmesi gerek ordu içinde gerek diğer bazı kurumlarda yer alan biraz radikal sol unsurları hem cesaretlendirecek hem de harekete geçirecekti. Yani iktidar kavgası aslında devlet içindeki CHP ağırlıklı Kemalist sol kesimlerle DP Menderes iktidarıyla başlayacak, 1960’ların sonlarına doğru öğrenci gençlikte de yansımasını radikalce bulacaktı. Önder Apo, “sol subaylar solcu öğrencileri, sağ muhafazakâr subaylarda sağcı/ülkücü öğrencileri örgütlüyordu” tespitini yapmıştı. İşte Kürt sorununun çözülmemesi demokrasiyi geliştirmemiş, solun devlete hâkim olmasını sağlayamamıştı. Kürt sorunu bitti diye düşündükten çok sonraları, sol ile sağ muhafazakâr kesimler iktidar kavgasına tutuştular. Günümüzde bile, küçük bir radikal sol kesim dışında, ulusalcısıyla, reformistiyle hatta kendilerine komünist parti diyen çakma komünist partiler bile, Kürtler/PKK söz konusu olsun, sağ muhafazakâr kesimlerle kol kola takılıp vatan bölünmez bayrak düşmez deyip istiklal marşı okuyorlar, asker olup hizaya geliyorlar. Demek ki Kürt sorunu çözülse, Türkiye demokratik olsa, taşlar yerine otursa, sol devlet iktidarına gelse ve iktidarını sağlam hale getirse sağın canına okur. Ama sağı ve solu bir arada tutan tek şey Kürt sorunudur.
Radikal solun kitlesiz kalması ve az buçuk kitlesi olan liberal reformist solun bir güç olamaması ve devlet solu olan CHP’nin bile sağ muhafazakâr kesimlerin kuyruğuna takılması devletin Kürt düşmanı olmasının sonucudur. Bazı CHP adaylarının, Kürt düşmanlığında AKP/ MHP ile yarışmaları hep aynı zihniyetin ürünüdür. Demek ki Kürt sorunu, Türkiye’nin en büyük sorunudur ve bu sorun çözülmeden ideolojik netlik sağlanmaz, ak ile kara belli olmaz. Yüz yıldır Kürt sorunu var ve yüz yıldır sağ muhafazakâr kesimlerin ve devlet içindeki CHP ağırlıklı Kemalist sol kesimlerin iktidar kavgası da var aslında. Ama bu karşıt kesimlerin ortak bir noktada buluşmak zorunda olmaları devlet politikası olarak zorunlu hale geliyor. Kürt sorunu da devlet politikasının yönünü belirlediği için, her düzen partisi bu siyasete göre kendisine bir rol biçiyor ve özel kirli savaşta adeta yarışıyorlar. 1970’lerde radikal solun gelişim göstermesi devlet solunu bile rahatsız etmişken, sağın bu gelişmeleri, kendisi için tehlikeli bulması gayet anlaşılır bir durumdur. 12 Mart cuntası, hükümete bir muhtıra verdiyse de radikal sol kesimlere yönelik terör estirdi. İşkence ve katliamlarla çok sayıda devrimci insan katledildi ve radikal solun kontrol edilmesi gerektiği söylendi. Ordu içinde bile, 9 Martçılar olarak bilinen çok sayıda sol görüşlü general ve albay, 12 Mart’tan bir gün sonra emekliye sevk edildiler, sol olarak bilinen birçok kişi ve çevre üzerinde sıkı kontroller sağlandı. Devlet ve ordu içinde sol görüşlü olan unsurları tasfiye hareketi başladı. O koşullarda, 9 Martçılar olarak bilinen grubun başarılı olması durumunda, Türkiye’de sol bir rejimin kurulması ve Devrim Partisi adında tek bir partiyle devlet siyasetinin yeniden belirlendiği bir düzenin kurulması planlanıyordu. Ancak Amerikancıların baskın gelmeleri sonucu, 9 Martçılar başarısız oldular, ya da 12 Mart’ı yapanların oyununa geldiler.
Çünkü 12 Mart, hükümete muhtıra verince, ilk gün, birçok sol kesim, bunun sol bir müdahale olduğunu düşündüler. Ancak darbeden hemen sonra, 9 Martçıların emekliye sevk edilmeleri radikal sola yönelmeleri, bunun sağ ve faşizan karakterde olduğu anlaşıldı, radikal solun faşizmle karşı karşıya gelmesi söz konusuydu. Kitlesiz olmak, yeterli bir örgütlü güce sahip olamamak, sadece öğrenci gençlikle sınırlı olmak ya da kitle bağlarının çok zayıf olması ve hizipçiliğin olması, güçlü ve merkezi bir direnişin olmasını engelliyordu. 9 Martçıların başarılı olması durumunda neler olabilirdi ve bunun Kürt sorununa nasıl bir yansıması olabilirdi? 9 Martçılar, kendine göre anti emperyalist ve bir çeşit küçük burjuva Türk-Türkiye BAASÇI bir sosyalizmi hedefliyordu. Yani büyük mülkiyetin ve bankaların kamulaştırıldığı ama küçük mülkiyete dokunulmadığı ve köylerde ise kooperatifçi bir siyasetle toprağın işletilmesi hedefleniyordu. Ancak Kürt sorununun çözümü, 9 Martçıların programında yoktu. Tabi bütün bunlar, NATO’dan ayrılmayla ve devlet siyasetinde ciddi değişimlerin olmasıyla olabilirdi. Bu, NATO’nun Ortadoğu siyasetini olumsuz yönden etkileyebilirdi. Bazı küçük burjuva sol çevreler, 12 Mart’ın esasen 9 Martçıları tasfiye etmek ve etkisizleştirmek için yapıldığını söylüyorlar. Bizce eksik bir değerlendirme. Evet 9 Martçılar etkisizleştirildiler ama sermaye sınıfının esas korkusu radikal soldu ve bu darbeyle radikal sola darbe vuruldu ve kitleselleşmesi engellendi, lider kadrolar idam edildiler, öldürüldüler. 9 Martçılar başarılı olsalardı, Kaddafi dönemindekine benzer bir sosyalizm olabilirdi ve bu koşullarda muhtemelen Kürt sorunu, ulus olarak kabul edilme ve ana dilde eğitim yapma şeklinde çözülebilirdi. Çünkü Kürt inkârı bir devlet siyaseti olarak gelişti. 9 Martçıların başarılı olmaları durumunda, devlet siyaseti yeniden dizayn edilirdi ve bu, Kürt sorununun çözümünde muhtemelen ılımlı bir gelişmeye yol açabilirdi.
1970’de Irak’ta Baas Partisi’nde sosyalist kanat etkili olunca Kürt sorunu otonomi temelinde çözülmüştü. Ancak KDP’nin ulusal devrimci bir çizgiye sahip olamaması sahip olunan bu otonomiyi daha ileri bir aşamaya götürmemiş, tam tersi yüz binlik ulusal ordu üç günde dağıtılmış, iç dinamiklere dayanmak yerine bölge dengelerine, ailevi ve aşiretsel çıkarlara dayalı dar siyasetle Kürt halkının kazanımlarına hep darbe vurmuşlardır. KDP’nin bu siyasetinin günümüzde tam bir ihanet halini aldığını bütün Kürtler biliyorlar. Önder Apo, Türkiye Devrimci Hareketi’nin önder kadrolarının cunta tarafından tasfiye edilmesi Önder Apo’yu derin düşündürmüş ve Önder Apo, o dönemler, bazı protestolara katıldığı için zindana alınmıştı. Zindanda Önder APO, ” ben öyle bir örgüt kurmalıyım ki, ben olmasam bile örgüt ayakta kalabilmeli ve mücadele edebilmeli ” diyecek. Yani Önder Apo, zindandayken bir örgüt kurmayı planlıyor. İşte bu örgüt, yıllar sonra, Türkiye siyasetine yön verecek ve Türkiye devrimi bizim boynumuzun borcudur diyecek PKK’dir. 1968 gençliğinin emekleri ve mücadeleleri boşa gitmedi. 1968 devrimci gençliğinin ruhu PKK’de vücut buldu, gelişti ve şimdi HBDH olarak mücadele ediyor. 12 Mart’ın en üst aşaması olan 12 Eylül, Türkiye’yi tam bir mafya ve çete devleti haline getirdi. Türkiye Devrimci Hareketi ve PKK’nin üstüne tüm güçleriyle geldiler. TDH büyük oranda ezildi, mültecileşti. PKK’nin de üstüne daha kötü geldiler, Diyarbakır zindanı zindan içinde zindan demekti ama büyük bedellerle ve direnişlerle ölümlerden yaşam ve devrim yaratıldı. Faşizm kendi mekânında yenilgiye uğratıldı, PKK bu mücadelede büyüyerek ve zaferle çıkmasını bildi. Çok büyük bedeller verildi ama çok büyükte kazanıldı. Hala büyük bedeller veriliyor ama büyükte kazanılıyor. Kazanım büyükse bedel tarihe başarı ve zafer olarak yazılır. Kimileri, 12 Mart’ı, basit bir muhtıra olarak gösteriyorlar. Bu bir yanılgıdır. Evet, hükümete karşı bir muhtıraydı ama devrimci gençliğe karşı, ardı arkası kesilmeyen ve 12 Eylül ile daha çok katmerli olan bir darbeydi. Özellikle günümüzde, AKP-MHP faşist hükümetiyle zirveye çıkmış bir zulüm sistemidir. 12 Mart faşizmi olmasaydı, 12 Eylül faşizmi olmazdı. Bütün sorunlar, geliyor Kürt sorununda düğümleniyor. Kürt sorunu çözülmediği için, demokrasi gelişemiyor ve buna bağlı olarak istikrarlı ve güvenli bir ekonomik gelişme olmuyor, Türkiye sürekli kriz yaşıyor.
Özellikle Kurdistan’a yönelik savaşta, üç trilyon dolar para harcandığı söyleniyor. Son kırk yılda, her gün uçaklarla, toplarla, tanklarla savaş var. Hangi bütçe bu savaşa dayanır? Kürtlerin inkâr edilmeleri Türkiye’yi her yönden bir çıkmaza koydu. Ne demokrasi nede sol gelişebildi. Hepsi Kürt sorununa takıldı. Aradan yarım asırdan fazla zaman geçti ama faşizm çoğalarak devam etti. MHP bu koşullarda, hep sivil bir sopa olarak devrimcilere ve solculara karşı kullanıldı. 12 Eylül ile devlet ortamına alınan siyasal İslam kontrollü olarak kullanıldı. Kurdistan’da bu siyasal İslam Hizbulkontra olarak varlık sürdürdü, korkunç cinayetler işlendi. Günümüzde ise Hüdapar olarak Kürt halkının kanına girmek istiyorlar. Ancak Kürt halkının, bu mücadelede politikleşmesi, demokratikleşmesi, Kürt kadınının özgür kadın olma yolunda gelişmesi faşizmin hesaplarını tersine çevirdi. Türkiye’nin yüz yıllık durumu, hangi temeller üzerinde nasıl bir zihniyetle kurulduğu dikkate alınırsa, demokrasi mücadelesinin neden çok uzun sürdüğü daha net anlaşılır. Yüz yıllık Türkiye, bir cumhuriyet değil, bir zindan oldu. Sadece Kürtler için değil, Türkiye halkı için de böyledir. Bundan dolayı, demokrasi ve özgürlük mücadelesi uzun soluklu bir mücadeleyle zafer kazanabilirdi. 12 Mart ve 12 Eylül’ün arkasındaki güçlerle, Önder Apo’ya yönelik yapılan komplonun arkasındaki güçler aynı güçlerdir. Bundan dolayı PKK’nin yürüttüğü mücadele bu kirli güçlerin hepsine yöneliktir. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı en büyük başarı demokratik ulus ve komünalizmdir. Kurdistan’da yükselen mücadele bütün Ortadoğu’yu sarsıyor. Tabi ki emperyalistlerin sistemini ve beş bin yıllık devlet kültürünü sarsıyor, insana yeni bir yaşamın yolunu gösteriyor. Özgür yaşam öldürüldüğü yerde tekrar diriliyor, insanlığa koşuyor, yaşam yeniden şekilleniyor. 1968’de gelişen devrimci mücadele, yıllar sonra Kurdistan’da büyüyerek büyük bir halklar mücadelesine dönüştü. Ortadoğu’da, Kurdistan merkezli olarak halkların aydınlanması gerçekleşiyor. Halkların kardeşliği ancak demokratik ulus sistemiyle gerçekleşir. Burada devlet iktidarı yoktur, halkların öz yönetimi vardır. Devlet ve iktidar koşullarında halkların yaşamına yer yoktur. Bundan dolayı devletin retti halkların özgür doğuşu için olmazsa olmazdır. Devletin ve iktidarın olduğu yerde halkların özgür yaşamı olmaz. Bu açıdan ne yapılmak istendiği ne hedeflendiği iyi bilinmelidir. Halkların özgürlüğü halkların öz yaşamıyla gerçekleşir. İktidardan ve egemenlikten uzaklaşmakla bu mümkündür. Öz güç kendi ayakların üstünde durabilmektir. Özgür olmak, kendin olmak ancak böyle olur. Birilerine yaslanarak insan kendisi olmaz. Yeni ve özgür insan olmak, yaratıcı olmak ancak böyle olur. İnsan, toplumsal emekle ve toplumsal düşünerek kendisi olacak. Özgür insan özgür toplumla mümkündür. Çünkü insanı insan yapan toplumsal emektir. Bireyin en özgür olabileceği yer özgür toplumdur.
Kemal SÖBE