İnsanlar unutkandır, hatta denilir ki “hafıza-î beşer nisyan ile malûldür”; yani, insan hafızası unutkanlık hastalığı taşır. Fakat bunun tam böyle olduğunu sanmıyorum veya böyle olmaması gerekir kanısındayım. Unutulmaz yaşamlar, anlar, kişiler, eylemler vardır. Varlıklarıyla insanlıkla eş düzeyde değer taşıyan, öyle olması gereken unutulmazları göz ardı edemeyiz, bellekten silemeyiz. Bu, eğer yeterince anlaşılmışsa; unutulmaması gereken gerçekten unutulmazsa; bu, onu gerçekleştiren kişinin de başarısı demek olur, unutulmazın yaşatılması olur ve bütün bunların bileşkesi de zafer olur.
Bir kişiyi, bir örgütü, bir halkı değerlendirmek istiyorsak, ölçmek istiyorsak; en temel kıstaslardan birisi de geçmişine ne kadar saygı gösterdiği, geçmişinin yiğitliklerine ve unutulmazlıklarına ne kadar yaşam şansı verdiği veya ne kadar unuttuğudur. Çok acıdır ki, halk gerçekliğimize baktığımızda, belleksiz bir halk, hafızasını çoktan yitirmiş bir halktan söz ediyoruz. Bu bir anlamda doğrudur.
Tarihi halklar demek; tarihini olduğu gibi yaşayan halklar demektir. Bakın Avrupa’nın gelişmiş halklarına; yaşadıkları önemli oranda kendi tarihleridir. Bir de bizim tarihimize bakalım; kişinin burnunun ötesini göremeyeceği kadar inkarla yüklüdür. Ve en kötüsü de bireylerine kendisinin olmayan tarihi, onun tarihiymiş gibi mâl etmektir. Bir halka kendisinin olmayan bir tarihi mâl ettin mi, tarihini unutmaktan da daha kötü bir duruma düşmüş demektir. Kendi egemenlerinin tarihi ile aldatılan bir halk, belli ölçüde baskı düzeni altındadır. Buna egemenlerin kendi tarihlerini, bilinçli olarak genel tarih haline getirmesi diyebiliriz. Ancak tamamen yabancı bir tarihi, hem de katliamla yazılmış bir tarihi, kendi öz tarihiymiş gibi yaşamak ve kabul etmek bir halk açısından, hele onun temsilcileri açısından içine girilebilecek en derin alçaklık, ihanet ve gaflet durumunu ifade eder. Bizim gerçeğimiz söz konusu olduğunda maalesef yaşamının bu olduğunu görürüz.
Somut görevimiz, partiye bilinç kazandırmak ve onun kanalıyla halka uzanmaktır. Bırakalım bir halkın tarihsizliğine çare olmak, katliam tarihinin onun tarihi olmadığını kendisine anlatmak; en yakın etle-tırnak gibi bağlı olmamız gereken tarihi bile özümsetmekte, onun anlamını ve çıkarılması gereken sonucu belirlemekte bile zorluk çekiyoruz. Bu, katliam tarihi ile kendisini aldatmış olan halkın izdüşümünü saflarımızda yaşamak demektir. Gelişmeyen kişilik, parti tarihinde gafil kişilik böyledir.
Kişiliği yaratan en önemli öğelerden birisi; karşı koyduğu olay ve olgular zinciriyle, karşı koymayı gerçekleştirirken ortaya koyduğu bilinç, irade gücü, kin ve öfkedir. Şüphesiz karşı koymanın gerekçeleri çok önemlidir. İnanç ister, yiğitlik ister, büyük hırs ve çaba ister. Sizler neden ölgünsünüz? Neden öfkeniz zayıf, çabanız zayıf? Bu, tanımını çok açık ki yenilmiş kişilikte buluyor ve çoğumuz da böyleyiz. Bunun ne kadar kahredici olduğunu acaba anlıyor musunuz? Buna karşılık basit bir köylü gibi tepki duymak da herhalde kabul edilebilecek bir durum değildir.
Yaşamanızı istemiyor muyuz? Elbette ki istiyoruz. Büyük kavga yaşam içindir. Fakat nasıl? Kelime bulmakta zorluk çekiyoruz. Büyük acılar yaşayanların aslında karşı koymayı mükemmel yapması, bunun için kendini oldukça hazırlaması gerekiyor. Ama fırsat bulamıyor, can alıcı olamıyor, belki de olanak ve zemininden yoksun. Ne var ki en büyük karşı koymayı gerçekleştirmekten de vazgeçmiyor. Bu tam bir trajedidir. Şok dediğimiz bir durumu yaşamaktır. Partimizde en yaygın yaşanan bir durum da budur. Durumunuz ağırlıklı olarak böyledir. Ya yenilgili bir yaşam tarzı ve mücadelecilik, ya da trajediye açık bir devrimcilik!.. Bunun ikisini de kabul etmek mümkün değil, ama yaşandığı bir gerçek!
Zindan direnişçiliğinde 14 Temmuz adımı, ölüm orucuna karar verme diye anılır. Bu karar değerlendirilmelidir. Aynı zamanda bu ciddi bir görevdir. Karar; bir halka dayatılan en onursuz baskı ve sömürüden de öteye, bir soykırım sürecine karşılık vermek ve aynı zamanda amacını bile inkar ettirmeye varan dayatmalara, dayanılmaz işkencelere tepkiye kadar birçok yönü göz önüne getirilebilir.
Ağır basan yanın ne olduğu tartışılabilir. Ayrıca içinde hareket ettikleri partinin o dönemdeki durumu, gücü yanında güçsüzlüğü, umudu kadar umutsuzluğu ele alınabilir. Aynı şey halk için de söylenebilir. Halkın içinde bulunduğu durumun etkileri, yine uluslararası kamuoyunun durumu, hepsi birer etken olarak böyle bir kararda nasıl bir rol oynamıştır biçiminde bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Ama bütün bunlar doğru değerlendirildiğinde bile bu kararın ikili yanı kendisini ortaya koyar.
14 TEMMUZ DİRENİŞİNİN BİLİNCİNDE OLMAK
Bir ölüm kararı mıdır, bazıları buna intihar der. Kaldı ki, daha önce Mazlum’un da bir kararlılığı vardır. 21 Mart, direniş kararı! Aslında “ancak yaşamı adarsak, insanlığı, halkımızı ve kimliğini, hatta kişi olarak onurumuzu kurtarabiliriz, bunun dışında mümkün hiçbir biçim yoktur, bunun dışında bir eylem biçimi yoktur” denilmektedir. Bu doğrudur da. Gerçekten başka bir biçim yoktur o koşullarda. Yaşamak için, onur için, bazı değerlerden vazgeçmemek için, eğer yaşamak bunlarla yaşamaksa, yapılması gereken, onun can bedelini ortaya koymaktır.
Bunu bu dönemde yüzlerce kişi yapabilir, ama o dönem için durum farklıydı. Hiç şüphesiz, bu eylem kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir.
Zaten bir tarihsizlik egemendi, bu tarihsizliğe biraz karşı konulmuştur. Kürt olgusunu ağzına almak yasak; ama onlar onu inkar etmek istemiyorlar. Bir öncü parti adına yola çıkmışlar, onu inkar etmek istemiyorlar. Karşı taraf bunları mutlak olarak inkar edeceksin diyor. Karşı taraf derken, kastedilen sıradan bir-iki jandarma veya işkenceci değil, rejimin mutlak egemenleridir. Türkiye sermayesi var, Kürt hain işbirlikçileri var. Toplumu mutlak sessizliğe gömmek ve aldatılmayı onaylatmak için üzerine geliniyor. Düşmana göre, partiden geriye zor-bela birkaç “artık” kurtulmuş, onları ne yapacaklarını kestirmeye çalışıyor.
Biz bu sahadayız o zaman. En yakın taraftarlar bile kendilerine sahip çıkamayacak kadar zayıf bir durumu yaşıyorlar. Hatta o günlerde içeri alınan kitlenin büyük bir çoğunluğu teslimiyete girmiş durumdadır. Gerçek bu! Bu gerçek hayli sindiricidir, iç karartıcıdır, soluk kesicidir.
Aslında söyleyecek söz bulamıyorum o dönem için. Varsa bir yaşamım, bu yaşamı devam ettirmekten başka bir şey yapamazdım. Çünkü onların anısının çok derin bilincindeydim. Kaldı ki her yönüyle onları savunacak güçte bir direniş yarattım. Bağımsız ve özgür koşullarda, istediği kadar söz söyleyebilen, savaşılabilen bir zemin olmadıkça, onlara sahip çıkmak sahtekarlık olmaktan öteye gitmez. Böyle bir dönemin, böyle bir anın kararı, demek ki sanıldığı kadar bireysel değil. Ancak bir romanla izah edilebilecek bir süreçtir ve halen bunu izah edememenin sıkıntılarını yaşıyoruz.
14 Temmuz, büyük ölüm orucu eyleminin onuncu yıldönümünü bugün yaşıyoruz. Mazlum’u, Kemal’i, Hayri’yi, Akif’i iyi tanıyorduk. Yoldaş olmayı bildikleri kesindir. Bu karar, bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Fakat buna rağmen Hayri son sözlerinde borçlu gittiklerinden söz ediyor. Öyle fazla bir şey yaptıklarına bile emin değiller. Kemal’in benzer türden bir yaklaşımı vardır. “Bu halk savaşı başarıya ulaşacak” diyor, ama çaba yetersizliğine olan derin öfkesi de söz konusu.
Demek ki kararın en önemli bir yanı, karşı koymadan vazgeçmeme ve bunun can bedelini ödeme oluyor. Olumlu yanı budur ve gereken de budur. Diğer ve daha çok da olumsuz diye niteleyebileceğimiz, onlara yalnız mâl edilemeyecek olan yönü de; büyük bir yetmezliğin sonucu olmasıdır. Ülke halkı zayıf ve faşistler buradan cesaret alıyor. Uluslararası kamuoyu zayıf, parti zayıf, zindan kitlesi zayıf, direniş biçimleri o gün için çok çok zayıf. İnsanlar kendilerini bu biçimde adamamalıydı bizce. Bu, zayıflıkların kefareti oluyor. İşte görmek gerekir dediğimiz, yetersiz dediğimiz ve yalnız onlara bağlanmayacak olan yön budur.
Onlar bunu, canlarını, kendilerini ortaya koyarak ödemeye çalışır ve yine de kendilerini borçlu ilan ederken, bunun giderilmesi gerektiğini de böylece kanıtlamış oluyorlar. “Biz böyle gittik, ama gereken tamamlanmalı” diyorlar. Kararın diğer yönü budur. Bu yetersizliği kim kapatacak? Aksi halde bu bir intihar olur ve devrimciler de intihar etmezler. Yetersizlik giderilemezse bu gidişler intihar olacak, buna gereken karşılığı vermek de kalanların işi oluyor, kalanların namus meselesi oluyor.
Şehitlerimiz, bu direnişleriyle bizi de böyle ağır bir yükün altına soktular. Bu bir nevi bize de tepkidir. Bir halk, bir örgüt ve insanlık, bizi böyle dayanılmaz koşullar içinde zayıf bırakmışsa, biz de böyle bir protestoyla buna karşılık veririz demişlerdir eylemleriyle. Kalanlara bir diğer mesaj veya mesajın bir diğer yönü de bu oluyor.
Bu mesajdan, bu hatırlatmadan çıkan sonuç; bıraktıklarını tamamlamaktır. Peki neyi tamamlayacağız? Bu dayanılmaz koşullardaki yaşamı, yaşanılır hale getirin, faşist baskıya karşı koyun, azaltın veya ortadan kaldırın demektir. Bilgisizlik var, giderin demektir. Parti zayıf, güçlendirin demektir. Faşizmin tek yönlü, korkusuz yürüyüşünü durdurun demektir. İşte çıkarılacak önemli sonuçlar budur.
ŞEHİTLERİN ARKASINDA AĞLAYARAK ANILARINA SAHİP ÇIKILAMAZ
Temel görev, anın yüklediği görevleri yerine getirmek, büyük zaafı ortadan kaldırmaktır. Biz bunu daha o dönem anladık. Ağlamakla, düşünmekle anılamaz bu değerler. O halde, örgüt güçlenecek, savaş gelişecek ve halk devrime gelecektir. Aldığımız talimat buydu. Ve on yıldır yapılanlar belli. Birçok dönüm noktalarından bahsedilebilir. Hareket açısından olduğu kadar, yine halk tarihi açısından olduğu kadar, bizim hareket açısından da bu böyledir. Belki de böylesine bir dönemeç noktası olmasaydı, bugün bu hareket böyle olmazdı. Ama eğer bugün bu tarih var deniliyorsa, bir örgüt buna sorumlulukla cevap vermiştir deniliyorsa, bunu da iyi anlamak gerekir.
Tarihsizlik, nasıl tarih yapıldı? Kimliksizlik, nasıl kimlik yapıldı? Bu dönemeç noktasının koşulları neydi? Bütün yönleriyle gerçeği nedir? O koşullarda, özellikle ulusal imha tutturulmak, kesinleştirilmek isteniyordu. Bir-iki kişi direnerek bu koşullarda bu belirleyici oluyor, kabul edemeyiz diyor. Diğeri ise, öldürerek kabul ettiririm diyor. Oranın celladı vardı. E. Oktay Yıldıran. O, bir düzen kılıcıdır, celladıdır. Bunu iyi anlamak gerekir. Bir subay olmaktan çok öte bir konumdaydı ve bunu iyi görmek gerekir. Onu da tarihi, ulusal, sınıfsal boyutu içinde görmek gerekiyor. Ama ne yazık ki, yalnız bireysel özelliklerle tasvir edilmeye çalışılıyor, o da yetersiz kalıyor. Onun şahsında düzenin yargılanması çok önemlidir.
Bir yerde direnmekten başka canımızı ortaya koymaktan başka bir çözüm kalmamıştır deniliyorsa, bu çok tehlikeli bir durumun varlığını gösterir. Direnişin önderleri eğer bir yerde intiharvari bir direnişi seçmişlerse, orada iyi düşünmek gerekir. Bir dönemeç noktasıdır, fakat ölüme gidiliyor. Halk adına önderlik yapması gerekenler şehit düşüyor. Geriye kalanlar, belki onların köprü teşkil eden cesaretlerinin üzerine basarak ileri bir adımla yola çıkacaklar. Büyük imhanın, yok etmenin karanlığından aydınlığa doğru bir köprü oldu onların cenazeleri, kurumuş vücutları… Ve bu biz oluyoruz aynı zamanda.
Birileri öyle gider, diğerleri de biraz ağlar, sızlar, ondan sonra unutur giderse bu olmaz! Bu duruma düşüldüğünde, söylediğimiz gibi tarihin gafili, tarihin haini ortaya çıkar. İstediğiniz kadar süslü sözcüklerle durumu örtbas etmeye çalışın, doğru bir anma değildir bu. Onlar öyle giderken, bizim de soluk alışlarımızın çok sınırlandırıldığını biliyoruz. Elimizdeki tek şans özgür koşullarda savaş imkanıdır. Onlar öyle savaştılar, biz ise daha değişik savaşabilecektik. Bunu değerlendirmek kalıyordu geriye.
On yılda neler yapıldı? Onun tarihçesini ortaya koyacak durumda değilim şimdi. Hiç şüphesiz, dönüp baktığımızda görüyoruz ki, yüzyılların baş aşağı gidişini, ihanet ve gafletin derinliğine gelişimini, biz bu on yılda tersine çevirdik. Böyle değerlendirilebilir. Bu direniş kararlığı, tarihi bu temelde doğrultmaya büyük bir karar veriş anlamına gelir. Karar bilindiği gibi uygulamanın kendisi değildir. Bu anlamda bu on yıl bir uygulamadır.
On yıl önce bu sahada, bu kararın uygulanma çareleri üzerinde çok düşünüyorduk. Bir konferans bir kongre düzenliyorduk. Ülkeye ufak-tefek birkaç adım atmaya çalışıyorduk. Belki de zindan duvarından daha sert duvarlardan sızıp içeri girmek istiyorduk. Bir silah için, küçük bir grubun yürek savaşını kazanmak için çabalar müthişti. Ve çok iyi biliyorduk ki, bunu başaramazsak söylenecek her şey boştu. Ülkeyi faşizme tamamen terk etmiş olacaktık. Bütün bir halk göçe zorlanıyordu. Büyük anılar var; mutlaka karşılık vermeyi gerektiriyor. Karşılık vermesi gerekenlere çağrılar var. Halkımız korkusunu iliklerine kadar yaşıyor. Sözüm ona onun adına yola çıkanlar var, ama kaçıştan başka bir şey düşünemiyorlar. O büyük zayıflığı gidereceksin ve anıya karşılık vereceksin! İşte burada eylemden ziyade, biraz da söylemin gücü büyük önem taşıyor. Benim bu yıllarda en çok baş vurduğum silah hitap oldu ve ardından çözümlemelerle işi idare etmek zorunda kaldık. Bu dönemin silahı ancak böyle kuşanılabilirdi. Şimdi biraz daha talimatlarla, perspektiflerle işi yürütmeye çalışıyorum. Bu, son zamanların bir gelişmesidir. Daha öncesi bin dereden su getirip iknayı geliştirmekti.
Sonuçları biliyoruz: Biraz planlamalar gelişti, ülkelerine adım attılar, ilk kurşunu patlattılar, ama kolay düştüler. Ne var ki düşme yürekliliğini göstermeleri de küçümsenemez. Birkaç yıl kurtuldu böylece. 1982’nin anısına bir kongre düzenlenmesi söz konusu oldu. Bu bir dönüş kararıydı. 1983, dönüşü hızlandırma ve eylem başlatma yılıydı. 1984 de, adına 15 Ağustos Atılımı denilen bir sürece girme oldu. 1985 yılı, 15 Ağustos Atılımı’nın sonuçlarını yenilgiye götürmeme, 1986 ise, bunun tedbirlerini bir kongrede alma yılıydı. 1987, direnişi daha da sürdürme, silahlı mücadeleyi güçlendirmekti. 1988, kendini ısrarla dayatan iç ve dış engellere karşı koyup silahlı mücadeleyi bir adım daha öteye, silahlı propagandadan gerillaya ulaştırmaktı. 1990, biraz gerillaya benzer bir durumu yaşatmaktı. Artık biraz da halkı ayağa kaldırarak kesintisiz ve yenilgisiz hale getirmekti. 1991, bir anlamda halkın da köklü bir taban teşkil ettiği bir gerillayı kalıcı kılmaktı. 1992, biraz daha nitelikli ve istikrarlı halk cephesini ve gerilla cephesini oturtmaktı.
KAZANIM YILLARI
Bu yıllar, küçümsenmemesi gereken ve her birisi büyük irade isteyen, büyük çaba isteyen kazanım yılları olarak değerlendirilebilir. İnsanlar hesap vermesini bilmelidir. Yıllara hesap vermesini bilmelidir. Bunu özellikle kendi vicdanına karşı başarmalıdır. Hesap verme lafla olmuyor. Başarıdan başka hiçbir biçim kabul görmüyor. Aksi halde hepsi borçlu yazılır. Her yıl borç hanesini artırma sonuçta iflasa götürür. Çok kolay düşüyorsunuz, bu bir iflastır; bir kazandırmadan on kaybettiriyorsunuz. Ölseniz ne çare?
Hayri’nin üzüntüsü; yapılmayan, yerine getirmeyen görevlerin üzüntüsüdür. O koşullarda onlara yüklenemezdik, çünkü zindan koşulları bellidir. Peki kalanların durumuna ne diyeceksiniz, kendinize ne diyeceksiniz? Bu konuyu çok vurguladık, sizi çok eleştirdik. Özgür koşullarda, her türlü direnme silahı elindeyken, borçlu ölmeyen kaç kişi var? Bunun hesabını vereceksiniz. Bu, bizim için düşmanla hesaplaşmadan daha zorunlu bir hesaplaşmadır.
PKK’lileşmek, PKK tarzıyla savaşmak o kadar kolay değil ve çoğunuza biz bu onuru bahşedemeyiz. Eğer bu büyük direniş şehitlerinin anısına vereceğimiz en yerinde bir karşılık varsa, o da borçlu ölmemektir. Hayri, “ben borçlu gidiyorum” diyordu. Onun ardından yürüyenler, “bizler borçlu ölmeyeceğiz” demeliler. Doğrusu budur. Onun borçlu ölmesini ben anlayışla karşılar ve anlarım da. Fakat bunun dışında hiç birisinin, hele elinde özgürlük silahı olup da her türlü direnme imkanına sahipken, çok kötü gideni, mezarında da olsa iyi anmayacağımı belirttim. Büyük eksiklikler, yetersizlikler içinde gideni anmaya fazla güç bulamıyorum. O halde, en önemli sonuçlardan birisi, kolay ölmemeyi bilmektir, borçlu ölmemeyi bilmektir. Yaşamı bu temelde mutlak başarı temelinde örgütleyebilmekten başka sonuç çıkaramazsınız.
Beni görüyorsunuz; bu anılara bağlı kalmak için adeta boğazımı yırtıyorum, sesim zor çıkıyor. Bir monologla buraya kadar getirdim. Peki size ne oluyor? Çenenize bile kıyamıyorsunuz. Ben hepinize silahlanma ve her türlü mücadele yöntemiyle savaşma imkanı verdim. Bu imkanlarla mücadele etmeye tenezzül bile etmiyorsunuz. O zaman kendimizi biraz iyi yargılayalım, muhasebeyi doğru yapalım. Bunu yapamazsak ne olur? Oyunun kötü figüranları olmaktan; başarısızları, güçsüzleri oynamaktan öteye gidemeyiz. Bu, hiç de anılara bağlı kalmanın bir biçimi olamaz. Bu tarihe verilen en kötü karşılık olur.
Borçlu gidebilmek meselesi söz konusu oldu mu, böyle bir tarih yazıcılığı söz konusu olamaz. Bunun kabul edilmesi imkansız! Çok eleştirmemiz bu nedenledir. Anlayışla karşılamak bir tarafa, mutlak gereklerinin hepimizce yerine getirilmesi gerekiyordu. Ben de başlarda bu kadar derin ve tempolu değildim. Fakat baktım ki anılar dayatıcıdır. O halde ar damarımızı çatlatmak istemiyorsak koşacağız, çare olacağız. Bu savaşı imkan dahiline sokabilmek için, başımızı yerden yere, duvardan duvara vurma pahasına da olsa bir şeyler çıkaracağız. Beyinde veya canda ne bitiyorsa harekete geçirip buna yükleneceğiz. Nitekim, yaşamın diğer bütün belirtilerini adeta dondurarak yüklendik, var mı tarihsizliğe karşı başka türlü mücadele biçimi?
Bir çoklarınız bu saflardasınız ama adeta boğulması gereken konumdasınız. Bir canınızı ortaya atmışsınız. Küçük-burjuva satıcı tarzıyla ben bu kadarını satarım, karşılığında bu kadarını da PKK’den isterim diyorsunuz. Gidin bunu başka yerde satın. Burada canlar böyle satılmaz ve karşılığında da böyle yaşanmaz. Bu tarzda ölmek burada suçtur. Senin cenazeni bile kaldırmak yüktür. Bu kadar cenazeyi kaldıramıyoruz. Düşman çukurlara atıyor. Bu da bir trajedi değil mi? Bu da bir diğer zayıf yönümüz değil mi? Kasaplar Deresi gibi birçok dereyi doldurmuşlar. Hangi cesetlerle ve nasıl dolduruluyor? Eğer gerillamız bu görkemli dağları biraz güç merkezi yapabilseydi, ölüme de doğru tarzda yürüyebilseydi, biz derelere böyle atılmazdık.
Burası benim direniş merkezim. Bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar şehit verdik ve anıları da yüce tutulmuştur. Bir direnişçi, bütün mevzilerinde de kendi konumunu doğru geliştirmesini bilmek zorundadır. Şunu demeye getiriyorum; 14 Temmuz direnişçilerinin anısı oldukça borçlu ve iflas etmiş intiharlarla anılamaz. Bu tarzda karşılık verilemez. Bu sonucu mutlaka çıkaracaksınız. Aksi halde, PKK’de işiniz yok, bu şehitlerin anısını anmaya hakkınız yok. 14 Temmuz direnişinden parti için çıkarılacak en önemli bir sonuç da budur.
Kendinizi çoktan yapmış olacaksınız. Hazırlığınız çoktan bitmiş olacak. Gittiğiniz yerde propaganda gücünüz, örgüt gücünüz, eylem gücünüz nasıl? Gelen raporlara bakıyoruz, faaliyete gidenler zenginlerin evlerini tercih ediyorlar. Gerilla birliği günün bilmem kaçta kaçını yemekle geçiriyor. Bir PKK’li böyle olmaz. Bunu bırakacaksınız. Bütün sahalardaki görevliler, bizim adımıza bunu yapamaz. Parti safları ikna saflarıdır. Fakat en azından karşıdaki de terbiye olmayı bilmelidir.
Gençsiniz, yükünüz benden daha fazla ağır değildir. Dünya üzerimizde çalışıyor. ABD’nin, Almanya’nın ve diğer birçok ülkenin istihbarat örgütlerinin günlük olarak hareketlerimizi izlediği açığa çıkmıştır. MİT Müsteşarı, “Apo’nun şu anda nerede olduğunu biliyorum, ama ne yaptığını anlayamıyorum” diyor. En son demeç budur. Düşmanın bu kadar büyük takibi altındayız ve neyi, nasıl yaptığımız bile onlar için büyük bir merak konusu. Peki siz nasıl yaşıyorsunuz? Nasıl yaşadınız? Propaganda gücünüze bakın, örgüt gücünüze bakın, eylem gücünüze bakın, bize layık mısınız? Değilseniz, ben neden sizi idare edeceğim? Ekmek kapısı başka yerde de var. Orada rahatça geçinirsiniz. Burası ateş sahası, buraya tek yürek denilir, ondan daha fazla da düşünce yoğunluğu, irade yoğunluğunun olduğu yerdir. Ben bunları ısrarla bu kadar söylerken, siz kendinizi bu kadar yaşayacaksınız. Bunu yapmayın. Zorlama yoktur örgütlerde. Fakat iknayı doğru anlamak gerekir.
Eylemleriniz intihara çok yakın tarzda yapılıyor. Oysa 14 Temmuz direnişçilerinin eylemi, bir intihar eylemi değil; en büyük ve mutlak verilmesi gereken bir savaş biçimidir. 14 Temmuz ölüm orucu ve bu savaş biçimi artık rolünü oynamıştır. Geriye kalanlara tam tersi bir eylem biçimi gereklidir. Borçlu gitmemenin, başarılı olabilmenin, hesabı tam verebilmenin, bütün örgütsel tedbirleri, söz tedbirleri, eylem tedbirleri alınır ve öyle gidilir artık. Sonuç budur ve bizim önderlik ettiğimiz PKK’lileşme de budur.
Maalesef, bu geçen on yılda bu konudaki çabalarımızın sınırlı sonuç verdiğini belirtelim. Bu, daha çok da sizin inat duvarlarınıza çarptığından ötürü böyle oldu. Yani halen karşımızdaki baskı çok serttir, özel savaş sistemlidir. Ama bunun karşısında, bundan fazla ilerleme olmaz diyen tutumu, en tehlikeli tutumlardan birisi olarak görüyorum. Tersi söz konusudur. Böyle özel savaşlara karşı yapılması gereken; en kapsamlı devrimciliğe soyunmaktır. Bunun özellikle kişilik yapısını hazırlamaktan tutalım taktik süreçleri, olanak ve birikimini nefes nefese hazırladığıma ve hele de yakaladığım fırsatları doğru karşılık verme temelinde oldukça değerlendirebildiğime kesin eminim. Yapılan biraz da budur. Başka türlü bu dönemleri karşılamak da, kurtarmak da imkansızdır.
PKK direnişçiliği, zafer kazanan Türkiye direnişçiliğidir de aynı zamanda. 14 Temmuz direnişçiliği Türkiye’ye yansımıştır. Ardı sıra 15 Ağustos Atılımı ile idamlar durduruldu. Unutmayalım ki, bu iki eylem olmasaydı, darağaçlarında insanlar sallandırılmaya devam edecekti. İdamlar ne zaman durduruldu? 15 Ağustos Atılımı sonrasında durduruldu. Yoksa karar karardı ve uygulanacaktı. İki yüze yakın PKK’li ile birlikte, Türkiye’nin diğer güçlerinden de birçok kişi idam edileceklerdi.
Tasfiyeciliği kabul edenler, aslında 12 Eylül faşizminin hükmünü icra etmesine yardımcı oldular. Buna karşı gelenler ise, faşizmin amaçlarının boşa çıkarılması ve direnişin az-çok devam etmesi imkanını hazırladılar. Kendi emeğine saygılı olanlar, kendi direnişçi yaşamına saygılı olanlar için bu çok büyük anlam taşır. Bunun değerini bilin.
Eğer gerçekten partilileşmek istiyorsanız; bir yeniden doğuşla karşı karşıya olduğunuzu görmelisiniz. Eğer tarihi iki döneme ayırırsak; biri bundan önceki dönem, diğeri bundan sonraki dönemdir. Sizler bundan sonrasında tarihin içinde yer almak istiyorsanız, direnişin anlam ve önemini iliklerinize kadar yaşayıp bu temelde bir doğuşu gerçekleştirerek yaşanabileceğini unutamazsınız, bunu göz ardı edemezsiniz. Partilileşmek açısından çıkarılacak bir sonuç; yeniden özgürlük tarihi olabilmek, özgürlük tarihinden vazgeçmemek ve onun yenilmez militanı olmaktır. PKK biraz bunu ispatlamaya çalıştı. Tüm gücümüzle bunun sorumluluğunu üstlendik.
Bugün tam istediğimiz gibi olmasa da, buna hatırı sayılır bir başarıyla karşılık verilmiştir. Bu on yılda yapılanlar, tam istediğimiz gibi olmasa da, yine de bizi kendimize karşı saygısız kılmayacak, aksine umutlu kılacak, hiç olmazsa bundan sonrasının başarı imkanlarını daha da artıracak bir gidişatın da yakalandığı vurgulanabilir. Partileşmeye kesin adım atılmıştır. Bu şehit yoldaşlar, biz partimizin adını inkar etmeyiz dediler. Ama biz de saygı duyulacak partiyi yaratırsak, ancak anınıza karşılık veririz dedik ve bu biraz başarıldı. Partinin adı uğruna büyük eylem düzenlemek ne kadar önemliyse, onu somutlaştırmak da bir o kadar önemlidir. Böyle karşılık verilmeye çalışıldı.
Halklaşma olmadan partileşilemez. Tıpkı partileşilmeden, halkın kendi kimliğini dahi kazanmayacağının kesin olması gibi. Bu konuda da çok şey söylenebilir. Kürt halkının kimliğinden bugün düşman bile bahsediyor. Bu noktaya getirildiler. Milyonlarca insan bugün kendi kimliğiyle eylem bile düzenleyebiliyor. Onların adına birçok resmi süreç başlatıldı. Halk, uluslararası siyasi süreci etkileyecek duruma da geldi. Türkiye siyaseti üzerinde ağırlıkla etkide bulunmaya kadar gidildi.
Bir halkın yeniden doğuşu var; Kimliğiyle, eylemiyle bir yeniden doğuş! Biz buna ERNK biçiminde bir cevap vermek istedik. Cepheye kavuşan, yani savaşa kavuşan, siyasi savaşa girişen halk biçiminde bir değerlendirmeyle tanımlamak istedik. Bu bir gerçektir. Kürt halkının yeniden diriliş hikayesidir. Bunun üzerine de çok şey yazılabilir. Bu yıllara bu da sığdırılmıştır. Bir halk yeniden nasıl ölüm döşeğinden kaldırılır? Ona “halkım, bir adın var, adını unutma” denildi. “Güçlüsün, gücünü konuşturabilirsin” denildi ve serhildanlara çekildi. Yani yürütüldü. “Savaşabilirsin senin gücün büyüktür” denildi. Ve halk savaşı diyebileceğimiz bir sürece yakınlaştırıldı.
Tüm bunlar bir halkın somutluk kazanması oluyor. İhanete uğramış, katliam tarihi kendisine öz tarihi diye belletilmiş bir halktan; öfkeli, kendini kazanmaya azimli ve bu konuda da başarıdan başka bir şeye şans tanımayan bir yürüyüş başlamıştır. Önemli bir gelişmedir bu nokta. Bütün dikkatleri üzerine topluyor, hem de bu sadece ulusallık özelliğini kazanma değil, yine toplumsal özgürlükle bunu iç içe yürütme değil; sosyalist kimliğe de bürünme oluyor. Hatta enternasyonalizme de en iyi yataklık eden bir devrim gerçeğini yaşıyoruz. Eğer bu gidişatı sürdürürse, bu yürüyüşü ve bu savaşı daha da derinleştirirse, tarihin ihanete uğramış, unutulmuş halkından, devrimin yatağı bir halk çıkabilir. Hem de 20. yüzyıl sona ererken, 21. yüzyıla insan soyunun devrimine beşiklik edecek bir halk olarak kendisini taşırabilir.
Her şey öncünün doğru yürütmesine bağlıdır. Böyle bir halk, bir eylem gücü haline gelmiştir. Esas itibariyle de devrimler bu duruma gelen halklar tarafından kazanılır. Dünya da karşılarında dursa, ortalama büyüklükte bir halk, kendini böyle konuşturan bir halk sürecine girmişse, o devrim başarıya gider.
Önder Apo’nun 14 Temmuz 1992 çözümlemesinden derlenmiştir.
ÖNDER APO
(BÖLÜM 2: 14 Temmuz Direnişçilerinin Anılarına Verilecek En İyi Karşılık; Silahlı Savaşımı Geliştirmektir)