18 Şubat 2010 Perşembe Saat 08:13
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Giriş
Toplumlar ilk oluşum aşamalarında, sorunlu olan veya sorun
doğuran bir yapı olmamıştır. Oluşumunun
% 98’lik bir bölümü refah içinde geçerken, bunun sadece % 2’lik bir
bölümü sorunlu olarak yaşanmaktadır. Sorun toplum olmanın kaynağında olmayıp, daha sonra gelişmiştir. Gelişimindeki esas etken ise, ortaya çıkan
artı- ürünün sonucunda oluşan yeni iktidar klikleridir. Bu iktidar klikleri
insan eliyle icat edilen oluşumlardır. Yani toplumsal problemin kaynağında
insanın kendisi vardır.
Anlaşıldığı gibi toplumların refah dönemlerinin sona erip,
toplumsal problemin baş göstermesi tamamen insan tarafından oluşturulan bir
olgudur. Toplumsal problem, insan eliyle yaratılmıştır. Burada bir toplumun
varlığını teşkil eden değerlerin, yani varlığın kendisinin temellerini ortadan
kaldıran gelişmeler söz konusudur. Varlığın kendisini ortadan kaldıran en temel
gelişme ise ahlakın devletleştirilmesidir ki bu da ahlakın aşındırılması
anlamına gelmektedir. Ahlakın devletleştirilmesi de ‘hukuk’ denilen olguya yol
açmaktadır.
Toplumsal problemi, toplumun temellerini oluşturan değerleri
yıkan güçlerle bağlantılı olarak ele almak en doğru sonuca götürür. Daha
sonrasında toplum bünyesinde gelişen tüm diğer sorunlar, ortaya çıkan bu esas
problemle bağlantılı olarak gelişmekte ve yaşanmaktadır. Toplumsal problemi
oluşturan güçlerin başında sermaye ve iktidar klikleri gelmektedir. Çünkü her
ikisi de artık değer üzerinden sağlanan rant temelinde kendilerini
şekillendirmiştir. Devlet ve iktidar arasındaki bağlantıyı anlamak önemlidir.
İktidar olmak devletle bağlantılı bir olgu değildir. Ancak devlet bir bütünen
iktidara bağımlıdır. Bu bağlamda iktidar devletsiz olabileceği gibi, devlet
iktidarsız olamaz. Ancak her iktidar kliği daha sonra bir devlet yapılanmasına
arzu duyar. Çünkü iktidarını kurumlaştırmanın en iyi yöntemi devletleşmektir.
Bunun akabinde çıkan tüm ekonomik,
ekolojik, demografik ve siyasal sorunların kaynağında, sermaye ve
iktidar kliklerinin ahlakı devletleştirerek hukuk sınırlarına hapsetmesi
bulunmaktadır.
Toplumsallaşma ve Ahlak
Toplumsallaşma ilk oluşum aşamasında ahlaki temeller
üzerinde şekillenmiştir. Ahlak, doğal toplumun gönüllü uyulan yaşam
kurallarıdır. Politikanın rolü ise, ahlaki kuralları oluşturmak için gerekli
olan yol ve yöntemleri tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumun varlığını devam
ettirebilmesi için ahlaki ve politik kurumlarını oluşturup, çalıştırması
gerekmektedir. Toplum olmanın en temel kuralı ahlaki ve politik karaktere sahip
olmalarıdır. Var olmak bu karakterle bağlantılıdır. Ahlaki ve politik
karakterli olmayan bir toplum varlığını uzun süre devam ettiremez ve yok
olmayla yüz yüze kalır.
Ahlak ve politika ayrıca toplumun kendisini savunma
mekanizması olmakla birlikte, bu iki olgunun zayıflaması toplumu her türlü
baskı ve zor uygulamasına müsait hale getirecektir. Bu nedenle iktidarın amacı
ahlaki ve politik yapıyı aşındırarak toplumu savunmasız bırakmaktır. Çünkü
ancak bu şekilde zayıf bıraktığı topluluğu oluşturduğu yeni sistem içerisinde
istediği tarzda şekillendirebileceği gibi kendi hizmetinde kullanabilecektir.
Dolayısıyla iktidar kliklerinin tahakkümlerini
sağlamalarının tek ve en geçerli yolu toplumun ahlaki ve politik yapısını
aşındırmaktır. Ancak ahlak toplumun özünde var olan bir olgudur ve sadece baskı
ve zor aygıtlarıyla aşındırılabilecek bir özellik değildir. Bunun için de
iktidarların yapması gereken öncelikli iş, toplumun hafızası üzerinde hakimiyet
kurmaktır.
Doğal toplumun bitimiyle gelişen hiyerarşik ve sınıflı
toplumla birlikte toplumun doğal ahlaki ve politik yapısı engellenmeye
başlanmıştır. Geliştirilen mitolojiler öyle bir şekilde kurgulanmıştır ki,
insanlar artık kendilerinin bir köle olarak yaratıldıklarına ve egemen olan
sınıfa itaat etmeleri gerektiğine inandırılmışlardır. Geliştirilen tüm yasalar
bu temelde oluşturulmuştur. Ancak bu şekilde elde edilen artı-ürün belli
tekellerin elinde kalacaktır. Bu şekilde gelişen tekelleşme kendisiyle
sınıflaşmayı yaratmış, bu da kentleşmeye yol açtığı gibi devletin de yolunu
açmıştır.
Bu temelde ortaya, esas toplumsal problemle bağlantılı
olarak bir zihniyet sorunu çıkmaktadır. Toplumun eline ilk sopayı alması bile
bir düşünce ürünüdür. Toplumda bu düşünce yapısı geliştikçe ortak akıl ve
vicdan denilen ahlak da gelişmeye başlar. Bu da bir diğer anlamda toplumun
kolektif düşüncesidir. Ahlaka dayanmayan bir düşünce birikiminin sonucunda
politika yapılamayacağı toplum tarafından da çok iyi bilinmektedir. İktidarla
birlikte geliştirilen (daha önceki yapılanmalardan farklı olarak) tüm eğitim
kurumları, dini ibadet yerleri ve askeri kurumlarda yapılan şey, zihni, ahlaki
ve politik toplumsal karakterleri işgal edip, asimile ederek
sömürgeleştirmektir.
Ancak toplumların ahlaki ve politik karakterleri tümden yok
edilemezler. Çünkü ahlak ve politika toplumların özünde var olmakla birlikte
toplumlar ilk oluşum aşamalarında ahlaki ve politik bir yapıda oldukları gibi,
demokratik bir karaktere sahiptirler. Bu nedenle de yapılması gereken toplumun
hafızasını kontrol altına almak ve bunun için gerekli ideolojileri yaratarak
insanları buna inandırmaktır. Çünkü kölelik ve tahakküm altında olmak ahlaki ve
politik bir toplumun kabul edebileceği bir olgu değildir ve ancak bu
özelliklerini yitirmiş bir toplum istenildiği gibi yönetilmeye müsait hale
gelir.
Ahlaki Toplumdan Hukuk Devletine
Toplumda, köleliğin başlangıcından itibaren görülmektedir
ki, oluşturulan tüm sistemler geliştirdikleri ideolojilerle ilk hakimiyetlerini
insanların zihniyetleri üzerinde kurgulamışlardır. Toplumun köleleştirilmesi ve
bu köleliğe alıştırılabilmesi için öncelikle o toplumun ahlakının aşındırılması
gerekmektedir. Bir toplumun ahlakını yok ederek sisteme uygun hale getirmenin
ilk ve en geçerli yolu ise, en başta onun zihni üzerinde hakimiyet kurarak yeni
sisteme inanmasını sağlamak ve gönüllü itaatini geliştirmekten geçer. Bunun
içinse savaş ve diğer zor aygıtlarının yanında farklı ideolojiler geliştirerek
toplumun gönüllü itaatini sağlamak sistemin uzun ömürlü olması için vazgeçilmez
kuraldır. İşte burada sırasıyla devreye giren mitoloji, felsefe, din ve bilimin
rolü, insanların inanabilecekleri bir ütopya oluşturmaktır. Ahlakın aşınması
ile birlikte ise toplum, içinden çıkılması çok güç sorunlarla karşı karşıya
kalmıştır.
Geliştirilen tüm mitoloji, felsefe, din ve bilimler bu amaç
uğruna kullanılmaya çalışılırken, ayrıca bunlar sistemin ideoloji üretim
araçları olarak da kullanılmıştır. Oluşturulan bu yeni zihniyet, eski doğal
toplumun gönüllü katılımından eser bırakmadığı gibi eskinin canlı ve cennetimsi
yaşamı ise bir hayal olmuş ve cennet kurtuluşun tek yolu olarak ancak ölümden
sonra ulaşılabilecek bir imge düzeyine indirilmiştir. Tabi bu mutlu sona
ulaşabilmenin tek ve kaçınılmaz yolu ise, dünya üzerinde iktidarın temsilcilerine
en iyi şekilde hizmet etmek ve iktidar klikleri tarafından oluşturulan
kurallara eksiksiz uymaktan geçmektedir. Çünkü tüm bu ideolojiler, yeryüzünde
var olan iktidar kliklerini adeta gökyüzünde var olan tanrının yeryüzündeki
temsilcisi olarak yansıtmaktadır. Bu nedenle de oluşturulan tüm kurallar birer
tanrı emri olarak sorgulanmaksızın bir itaati gerektirmektedir. Uyulması
zorunlu olan bu kurallar da ‘hukuk’ adı altında kurumlaştırılır.
Oluşturulan bu hukuk kuralları tamamen ahlakın yerine geçen
bir olgudur. Bu anlamda ahlaktan kopuk olarak işletilir. Ahlakın zayıflamasıyla
açığa çıkarılan hukuk, bir kavram olmanın ötesinde yine ahlakın aşındırılması
temelinde kurumlaşır. Ahlaktan kopuk bir hukuk sisteminin ise toplumu ne hale
getirdiği şu anda yaşanan koşullarda çok iyi anlaşılmaktadır.
‘Prens faziletliyse, kanunlara ihtiyaç yoktur faziletsizse,
kanunların hiçbir yararı yoktur’ (Konfüçyüs). Bu sözden de çok iyi anlaşıldığı
gibi sadece uyulması zorunlu kurallardan oluşan ve içinde ahlaka yer olmayan
bir hukuk sisteminin toplumun sürdürülebilirliği açısından hiçbir değeri
olmadığı gibi, ahlakın var olduğu ve
işletildiği bir toplumda da hukuk kurallarına gerek yoktur. Yani toplumların
varlıklarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan şey hukuk değil, ahlaktır.
Toplumlar hukuk olmadan yaşayabilir, ancak ahlaksız yaşayamaz. Toplumun olmazsa
olmazı sanıldığının aksine hukuk değil, ahlaktır. Ancak iktidar ve sermaye
klikleri kendilerini yaşatabilmek için ahlakı hukuka kurban etmişlerdir. Bu da
aslında günümüzde yaşanan toplumsal sorunların kaynağıdır.
Oluşan toplumsal sorunlar tekel ile birlikte gelişen kent,
sınıf ve devlet yapılanmaları etrafında oluşmuştur. Yani toplumsal sorunlar
tekel güçlerinin ortaya çıkmasıyla yaşanmaya başlanmıştır. Daha sonra gelişen
merkezi uygarlık da gelişen bu ‘tekelin’ bir sonucudur. Ortaya çıkan tüm
toplumsal sorunların kaynağında da oluşan bu tekelci-iktidarcı-devletçi
uygarlık sistemi vardır. Bu durum da toplumun kendi kendini devam
ettirebilmesini engellemektedir. Yeni toplum, artık bağımlı ve her türlü
yönlendirmeye açık bir toplumdur ki, bu da toplumsal bunalımın en önemli
sebeplerinden birisidir.
Ahlakın aşındığı toplumlarda ahlakın yerine Hukuk geçer.
Hukuk, kentlerin etrafında sınıflaşma ve Pazar geliştikçe kendini dayatan bir
kurumdur. Çünkü Pazar ve sınıflaşma geliştikçe toplumdaki ahlaki yapı aşınmaya
başlar ve bu da beraberinde toplumda eşitlik vb. sorunlar açığa çıkarır.
Devletli toplumlar da sınıflaşma ve Pazar etrafında gelişir. Bu nedenle de
hukuk kurallarının oluşturulması gerekmektedir. Yani hukuk devletleşmeyle
birlikte gelişir. Hukuk olmadan devletin kendini sürdürebilmesi çok zordur. Her
ne kadar hukuk ahlakın aşındırılması sonucunda oluşuyorsa da kökeninde ahlak
vardır. Ahlakın devletleştirilmiş halidir. Ahlakın aşınmasıyla ortaya çıkan
can, mal vb. şeylerin güvenliğini sağlayan hukukun, yazılı kurallar bütünlüğüne
de ‘Anayasa’ denir.
Hukuk ilk kez Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonraki
devlet yapılanmalarında ortaya çıkanlar da oluşturulan bu hukukun kendi iktidar
çıkarlarına göre düzenlenmiş ve geliştirilmiş halidir. Bunun sebebi ise devlet
yapılanması içerisinde açığa çıkan yönetim ve iktidar sorunudur. Yine yönetimde
yaşanan kaos ve kargaşayı aşmak amaçlanır. Atina ve Roma döneminde hukuk,
demokrasi ve cumhuriyetin birbirleriyle bağı kurulur ve daha resmi ve düzenli
bir yazıma geçilir. Yani temeli Sümerler olmakla birlikte, en düzenli şeklini
Atina ve Roma devletlerinde alır. En son Avrupa burjuvazisinde ise insan
haklarıyla bağlantılı olarak hukukun anayasacılık, demokrasicilik ve
cumhuriyetçilikle bağlantısı tartışılmaya başlanılır.
Ulus devlet ve Endüstriyalizmin Ahlak Karşıtlığı
Daha sonrasında gelişen ulus-devlet, ahlakın inkarı olarak
ortaya çıkar. Ulus-devlet ahlaki ve politik toplumun inkarı üzerine gelişir. Bu
çerçevede ahlaki toplum yerine ulusal hukuk ve politik toplum yerine ise
bürokratik idare hakîm kılınır. Devlet ve burjuva sınıfı ahlaki ve politik
toplum yerine adına hukuk denilen toplumsal kategoriyi hakîm kılmak istemektedir.
Bunun sebebi ise, devlet birliği, tekliği ve dokunulmazlığının hukuk adı
verilen ve uyulması zorunlu olan kurallar tarafından kesinlikle ve her koşul
altında korunuyor olmasıdır. Oluşan devlet anayasal güvence altındadır. Ancak
gelişen bu tekçilik mantığının daha sonrasında ne gibi sonuçlara yol açtığı da
ortadadır. Ortaya çıkan bu tekçilik mantığı milliyetçiliğe yol açarken, bu
milliyetçilik de faşizmle sonuçlanmıştır. Hukuk tarafından korunan bu vatanın
birliği, tekliği ve bölünmezliği fikri dünya genelinde birçok savaş ve
soykırımla sonuçlanmıştır.
Toplumsal sorunlardan biri olan sanayileşme ve oluşturduğu
artı-ürünün belli tekellerin elinde olması ve bunun hukuk kurallarıyla
korunuyor olması da dünya genelinde yoğun ekonomik sorunların yaşanmasına yol
açmaktadır. İşsizlik bunun en büyük sonuçlarından sadece bir tanesidir. Çok
yoğun bir işsizlik yaşanmaktadır. Yine bunun yanında yaşanan açlık düzeyi de
ahlaki ve politik bir toplumun bu özelliklerinden soyutlanmasının ne gibi
sonuçlara yol açtığının en çarpıcı göstergelerindendir. Ayrıca ortaya çıkan
işçi sınıfı da var olan bu kurallara ya tam uyum sağlayacak -ki ortaya çıkan
sonuç da budur- ya da zaten yoğun olan işsizler ordusuna katılacaktır. Yaşanan
bu ekonomik sorunun kaynağında toplumun sermayeleştirilmesi bulunmaktadır.
Ekonomi olarak yansıtılan sermaye, esasta ekonomi olmayıp, tersine ekonominin
en büyük inkarıdır. Toplumların gelişim aşamalarında sermaye ve kâr gibi
amaçlar bulunmamaktadır.
Ancak sanayileşmenin yarattığı bu sorunların temelinde
sanayinin var olduğunu düşünmek toplumsal problemi anlamak ve çözüm yolları
geliştirmek açısından hatalı olacağı gibi doğru çözümü bulmayı da
engelleyecektir. Sanayileşmeyi 19. yüzyılda yapılan Sanayi Devrimi’yle birlikte
ele almak yaşanan sorunun kaynağıdır. Çünkü bu durum, sanayiyi bir Avrupa icadı
olarak yansıtmakta ve tekellerin eline teslim etmektedir. Bu anlamda yaratılan
ilk el aletini de bir sanayi ürünü olarak ele almak önemlidir. Asıl sorun, yeni
oluşturulan değil zaten var olan bu sanayileşmenin tekel amaçlı kullanımıdır.
Ayrıca sorun olan, ortaya çıkan artı değerin sermaye ve iktidar amaçlı
kullanımıdır. İnsan yararına kullanılabilecek bir sanayinin önüne geçen engel
sanayinin kendisi değil, bu sanayinin iktidar elitlerinde tekelleştirilmesidir.
Bunun sebebi de toplumsal varlığın yani ahlakın bahsi geçen iktidar elitleri
tarafından devletleştirilmesiyle açığa çıkmaktadır.
Endüstri ve endüstriyalizmi bu şekilde ele almak önemlidir.
Tek başına endüstri toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilse insanlık
için faydalı olabilecek bir kavramdır. Sorun olarak nitelendirilebilecek asıl
kavram endüstriyalizmdir. Yani sorun olan toplumsallaşmanın oluşumundan beri
var olan endüstrinin sömürge güçlerinin elinde olmasıdır. Bu anlamda
oluşturulan endüstriyalizm, toplumu tarımdan yani köklerinden koparmaktadır.
Sanayinin kalkınmanın temel dinamiği olarak görülmeye başlanmasıyla esaslı
sorun başlamıştır. Sanayinin bu anlamda hem ekonomik hem de askeri anlamda
öneminin artması devletin toplum üzerindeki sömürüsüne yol açar. Bu nedenle
endüstriyi sermaye ve tekelin denetiminden çıkarmak büyük önem taşımaktadır.
Özgür İradeli Kadın, Özgür ve Ahlaki Toplum
Ayrıca yaşanan tüm bu sorunların kaynağında kadın sorununun
varlığını görmek gerekmektedir. Çünkü toplumların varlık sebebi olan ahlakın
aşındırılması için öncelikle toplumsallaşmanın yaratıcısı olan kadının
toplumsal yaşamdan soyutlanması gerekmektedir. Ayrıca toplumun bir bütünen
köleleştirilmesini sağlamak için en başta kadını köleleştirmek gerekmektedir.
Bu temelde oluşan cinsiyetçi mantık ile birlikte, kadın tüm ekonomik, siyasal,
toplumsal vb. faaliyetlerden soyutlanarak, ev sınırlarına mahkûm edilmiştir.
Kadının ekonomik faaliyetlerden soyutlanması ekonomik sorunlara yol açarken,
toplumsal ve siyasal alandan soyutlanması da ahlaki, hiyerarşi, sağlık, eğitim,
zihniyet vb. sorunlara yol açar. Çünkü ekonomik faaliyetler esasta kadın işidir
( eko-nomos =aile yasası ). Yine toplumun tüm ihtiyaçları kadınla birlikte
karşılanmakta olduğu gibi bunun yapılış amacında kendi iktidarını oluşturmak
yoktur. Yani ahlaki bir temelde olup, kadının doğasında var olan adalet
ilkesinin bir sonucudur.
Erkek egemenliğine dayalı oluşan aile kurumu devletin bir
prototipi olarak, hukuk tarafından korunmaktadır. Devletin ev içindeki
temsilcisi bu çerçevede egemen erkektir. Buradan da ailenin oluşumundaki erkek
karakter ve bunun devletle olan bağlantısı çok daha açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Bununla bağlantılı olarak devletin anlamının ‘ele geçirilen
bir kadınla geçirilecek bir gece’ olduğunu hatırlarsak bu oluşumdaki erkek
karakter daha iyi anlaşılacaktır. Yani kurulan yeni devlet erkek karakterli
olup, bu devlet içinde kadına yer yoktur. Burada kadına biçilen rol, sadece
proto-devlet olan erkeğine sınırsız bir itaat sergilemek ve sistemin kendini
yürütebilmesi için gerekli olan ordu ve sanayiye asker, iş gücü ve köleler
doğurup yetiştirmektir. Ayrıca bunun sonucunda da aşırı bir nüfus artışı
yaşanmaktadır. Bu hem zaten yoğun olan işsizler ordusunu daha da arttıracaktır (ki
bunun amacı da insanları açlıkla terbiye ederek iktidara itaat etmeye mecbur
bırakmaktır) hem de aşırı nüfus artışı ile birlikte gelişen aşırı kentleşmeyle
birlikte doğanın tahribatına sebebiyet verecektir. Zaten ahlakın aşınmasıyla
birlikte doğaya bakışta da birçok olumsuz gelişme yaşanmıştır. Doğa, artık
artı-ürünün daha da arttırılması için bir hammadde olmanın ötesinde hiçbir
anlam ifade etmezken, bu da hukuk sınırlarında korunmaktadır. Yaşanan ekolojik
felaketler ve doğanın yok olmayla yüz yüze olması da bunun en açık
göstergesidir. Yaşanan tüm ekolojik sorunların kaynağında da yine kadın sorunu
vardır. Geliştirilen yeni icatların doğa üzerindeki zararları bir yana, insan
ve doğanın birbirinden koparılmasıyla birlikte toplumsal bozulmaya yol açılmakta
ve doğa her geçen gün daha fazla yok olmayla yüz yüze kalmaktadır.
Her ne kadar geliştirilen feminist akımlarla birlikte hukuki
boyutta bazı haklar elde edilmiş olsa da bunlar tekniki olmanın ötesine
geçememiş ve aslında zaten var olan köleliği örtük bir biçimde daha da
arttırmaktan öteye bir rol oynamamıştır. Oluşturulan tüm bu ekolojik ve
feminist hareketler sorunun kapsamının farkında olmamakla birlikte, işin
tekniki yanı olan hukuki boyutuyla mücadelelerini sınırlı bırakmışlardır. Zaten
ortaya çıkan tüm bu olumsuz sonuçlar da ahlakın hukuka kurban edilmesiyle
yaşanmaya başlanmıştır.
Ahlakın aşınması ve hukuk sınırlarına mahkûm edilmesiyle
birlikte oluşan toplumsal bunalımın siyasal, ekonomik ve demografik kaynaklı
nedenleri kısaca bu çerçevede olup, insanlığı yok olmayla yüz yüze
bırakmaktadır.
Özellikle kapitalist toplumla birlikte eşitlik ve özgürlük
sorunları, yani kaos daha fazla açığa
çıkar. Çünkü ahlak ve politikanın inkarına en fazla ihtiyaç duyan sistem,
kapitalist modernitedir. Bunun nedeni ise, ahlaki ve politik bir toplumda
sınıflaşma yani eşitsizlik, tekel, iktidar vb kendisini istediği gibi
yaşatamayacak olmasıdır.
Kapitalizm, toplumu tüm gözeneklerine kadar köleleştirmeyi
hedeflerken, kendini sanki insanları en özgürleştiren sistem olarak sunar. Tabi
bunu sağlamanın tek yolu ise öncelikli olarak insanları buna inandırmaktır.
Sağladığı teknolojik imkanlarla sınırsız bir bilimciliğe yol açarken, insan anatomisinde doğal bir ihtiyaç
olan üreme ve cinselliği bile saptırarak aslında tam anlamıyla hastalıklı bir
toplum oluşturmaktadır. Üç S (spor, seks, sanat) denilen formülle birlikte
tamamen düşünemeyen bir insanlık ve
üretimden kopuk bir toplum hedeflenmektedir. Bunun amacı düşünen ve üreten
insanın sistem için bir tehlike olmasıdır
Kadını en fazla ‘özgür’ olarak lanse eden sistem olan
kapitalist modernite, esas itibariyle kadını en fazla köleleştiren gözlerinden
dudaklarına, hatta saç tellerine kadar bütün vücudunu dirhem dirhem
metalaştıran sistem olmaktadır. Evet kadın belki bir cariye, bir zavallı olarak
var olan statüsünü kısmi olarak aşmıştır. Ayrıca toplumsal birçok faaliyette de
yer almaktadır. Ancak vücudundan ruhuna kadar paramparça edilmiş ve kâr elde
etmek için bir meta olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca bir cinsel obje
olarak sunulurken aslında eskisinden daha da katmerli bir köleliğe sürüklenmektedir.
Erkek Egemen Hukuka Karşı Ahlaki Yargılama
Bu boyutlarıyla ele alındığında ahlaki boyutta bir aşınmaya
uğramış toplum biçiminin kendini devam ettirebilmesinin imkansızlığı çok açık
ve net bir şekilde anlaşılacaktır. Günümüzde toplumlarının geldikleri düzey göz
önüne alındığında insanlığın içinde bulunduğu durum daha iyi görülmektedir.
Mevcut durumun ise daha ne kadar kendini yaşatabileceği, belirsizliğini
korumaktadır. Ancak var olan durum karşısında doğa ve toplum acil durum
sinyalleri vermektedir. Doğa yok olmayla
karşı karşıyadır. Güzellikler ve kutsallıklarla örülü dünya artık cehennemin ta
kendisidir. Yaşamın tek anlamının para olduğu bir dünyada ahlakilikten eser
kalmaması anlaşılır bir husustur. Para tüm değerlerin yerini almıştır.
Maneviyat yok olmayla yüz yüzedir. Hatta yok denecek kadar azdır. Eskinin
tanrısı, artık paradır. Para için satılamayacak tek bir değer yok gibidir.
Bu anlamda insanları tüm toplumsal değerlerden uzaklaştıran
güç mülkiyet-mülk edinme mantığıdır. Artı-ürün mantığı da hakeza bununla
bağlantılıdır. Tüm toplumsal değerlerinden uzaklaştırılmış bir insanlığın
yaşama şansı fazla kalmaz. Zaten sistemde bu anlamda SOS işaretleri
vermektedir. Böyle bir durumda sistem ya kendini yeniden restore edecek –ki
bunun için de artık çok geç kalınmıştır- ya da yok olacaktır. Yaşadığımız şu an
ki mevcut koşullarda sistemin yüz yüze olduğu şey de tam olarak budur. Mevcut olan
sistemin yok olmak üzere olduğu süreçler kaos ortamının en yoğun yaşandığı
dönemlerdir. Eski sistemin yıkılma ve yenisinin kurulması olasılığının en fazla
olduğu zaman dilimidir. Bu nedenle de herkes en fazla nasıl kazançlı
çıkabileceğinin hesabını yapar. Kaos aralığı denen bu süreçten nasıl bir
sonuçla çıkılacağı ise yapılan mücadeleyle bağlantılı olarak belirlenecektir.
Kaos ortamına yol açan ve bu ortamı daha da yoğunlaştıran
esas etken, daha önce de belirtildiği gibi, ahlakın devlet sınırlarına hapsedilerek
hukuk adı altında kurumlaştırılması ve iktidarın denetiminde olmasıdır. Bu
anlamda ahlakı bu sınırlardan çıkarabilmek, toplumu yeniden oluşturmanın en
önemli ayaklarından biridir.
Peki hukuk sınırlarına hapsedilen ahlakı, bu esaretten
çıkarıp da yeniden toplumun hizmetine sunmanın yolu nedir? Var olan bu hukuk
sistemine karşı nasıl bir alternatif oluşturulmalıdır? Toplumda düzeni sağlamak
için var olan hukuk kuralları yeterli midir? Tek başına mevcut hukuk, toplumun
ihtiyaçlarına cevap verebilir mi? Ahlakın yerine geçen (ve içinde ahlaka yer
olmayan) bir hukuk sistemi, mevcut koşullarda ne kadar ayakta kalmayı
başarabilir? Daha da çoğaltılabilecek bu soruların cevaplandırılması acil bir
ihtiyaç olarak insanlığın önünde durmaktadır. Çünkü var olan koşullarda toplum
yok olmayla yüz yüzedir. Daha önce de belirtildiği gibi ahlak toplumların
cevherinde vardır ve ahlaki kimliğini yani cevherini yitiren bir toplum uzun
süreli varlığını devam ettiremez.
Toplumların varlık gerekçesi olarak, ahlak ve politikanın
önemini daha önce vurgulamıştık. Ancak konunun vahameti açısından bunu sürekli
hatırlamakta fayda vardır. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi, sistemin
sürdürülemez duruma gelmesinin esas ve en geçerli sebebi budur.
Sanıldığının aksine toplumların devlet, iktidar ve sermaye
olmadan, ayrıca uyulması zorunlu olan hukuk kuralları olmadan yaşadığı süreç,
bunlarla yaşadığı süreçten çok daha uzundur ve bu süreçler daha fazla refah ve
huzur doludur. Devletsiz ve iktidarsız toplum olabilir. Ancak ahlakı ve
politikası olmayan toplum düşünülemez. Bu yüzden de toplumdan bahsedeceksek
eğer, ahlakilik, politiklik ve demokrasi gibi özelliklerini esas kaynak olarak
ele almak önemlidir.
İktidar ve sermayeden kaynaklanan toplumsal problemin
sonucunda oluşan tüm toplumsal sorunların anlaşılması için doğru ve bütünlüklü
bir tarih bilincinin olması gerekmektedir. Ayrıca bu tarihin güncelle
bağlantısı içinde incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Bu şekilde görülecektir
ki devlet, iktidar ve sermaye toplumların var olmaları için bir zorunluluk
olmayıp, aksine toplumların tarihlerinin büyük bir bölümü bu olgular olmadan
yürütülmüştür. Yani toplumlar devlet, iktidar ve sömürü kurumları olmadan da
var olabileceklerdir. Ancak bu olgular olmadan da var olabilecekken ahlak ve
politikadan yoksun var olamazlar. Bu nedenle de varlığı korumanın yolu,
öncelikle ahlaki ve politik kurumlarını oluşturabilmek ve işlevli
kılabilmektir.
Mevcut koşullarda var olan tarih yazımı, toplumun varlık
gerekçesi olan ahlaki ve politik toplumu inkâr ederek, tarihi devletle
başlatmış ve ondan önceki süreci vahşilik süreci olarak nitelendirmiştir.
Neolitik süreç ile tarım ve köy devrimi inkâr edilmekte ve sanki hiç yaşanmamış
sayılmaktadır. Bu anlamda inkâr edilen neolitik kadın tarihi, aynı zamanda
ahlaki ve politik toplumun inkarıdır.
Tarih Sümerler ile başlatılır (yazılı tarih). Çünkü Sümerler
devlet oluşumunun ilk atalarıdır. Devlet oluşumu kadın etrafında gelişen ahlaki
ve politik toplumun inkârı üzerine gelişim gösterir. Oluşumundaki etkenler ve
devletin kelime anlamının ne olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu
tanımlamaları hatırlarsak hem devletin, hem de yazılı tarihin karakterindeki
erkeksilik daha net ve açık ortaya çıkmaktadır. Mevcut tarih erkek eliyle
yazılmıştır. Kadın etrafında oluşan toplumsallaşmanın inkarı temelinde gelişmiştir.
Kadının ahlaki toplumu devlet sınırlarına hapsedilirken, kadın da dört duvar
arasına mahkûm edilmiştir.
Ahlaki ilkelerin işletilmediği, sadece zora dayalı bir suç
ve ceza kanunları yığınıyla toplumun sürdürülmesinin imkansızlığı anlaşılmış
bulunulmaktadır. Mevcut hukuk sistemi belli bazı elit çevrelerin çıkarına
hizmet etmekte ve bu çıkarlara zarar verenlerin yargılanmasını içermektedir. Bu
anlamda hukuk, sadece üst sınıfın çıkarına çalışan ve bu temelde alt sınıfı
cezalandıran salt bir yargı sistemi olup, içinde adalet ilkesine yer yoktur.
Devletin ortaya çıkan artı ürünün bir sonucu olarak
oluştuğunu biliyoruz. Yani kuruluş amacında mülkleştirme, mülk edinme mantığı
vardır. Yine hukukun kısaca devlet sınırlarına hapsedilmiş ahlak olduğunu hatırlarsak,
bir devlet aracı olan hukukun neye ve kime hizmet ettiği anlaşılacaktır. Bu
temelde hukuk, devletin varlık gerekçesi olan mülk, sermaye ve iktidarın
koruyucusudur. ‘Adalet mülkün temelidir’ söylemi bunun en açık kanıtıdır.
Mevcut hukuk sisteminde adaletin ne ve ne için kullanıldığını en iyi açıklayan,
bu sözdür. Adalet, artık mülkiyet edinmenin aracı haline dönüştürülmüştür.
Toplumun ahlaki yapısındaki en temel ilkelerden biri olan
adalet ilkesi aynı zamanda evrenin oluşumunda, doğada ve kadın doğasında
görülen özelliklerin de başında gelmektedir. Ancak oluşan iktidar olgusu bu en
temel özelliği kendi çıkarına kullanmayı bilmiştir. Adalet artık üst sınıfın
mal varlığı elde etmesini sağlamak, bunu korumak ve daha da fazlalaştırmak için
kullanılan bir olgudur.
Özgürlük, özgünlük kavramları da tüm bunlarla bağlantılı
olarak tamamen içeriğinden boşaltılmış ve anlamsızlaşmıştır. Özgürlük, devlet
tarafından belirlenen sınırlar içerisine hapsedilmiş ve bu sınırların dışına
çıkmak suç sayılmıştır. Adı geçen ve kanunlarla korunduğu söylenen tüm hak ve
özgürlükler sadece göstermeliktir. Bu anlamda en temel hak olan düşünce
özgürlüğü bile sistemin koyduğu sınırlar dahilinde özgürdür. Eğer sistem için
bir tehlike boyutuna ulaşırsa hiçbir özgürlüğü kalmaz. Zaten sistemin en temel
amaçlarından bir tanesi düşünemeyen ve her söyleneni yapan bir toplum
oluşturmaktır. Böyle olunca da neye göre bir özgürlüğün olduğu sorusu gayet
anlaşılırdır.
Özgünlük, farklılık, çeşitlilik vb. kavramlara zaten hiçbir
şekilde yaşama şansı tanınmaz. Çünkü devlet yapılanmasında bu kavramlar hayati
tehlike anlamına gelir. Tek millet, tek vatan, tek dil mantığı, yani tekçilik
anlayışının kendisi aslında en temel devlet ideolojilerinden biridir. Yine
vatanın bölünmezliği aslında devletin bölünmezliği anlamını taşımaktadır. Bu
anlamda çeşitliliğe yer yokken, tek tip bir toplum yaratılmak amaçlanır.
Sonuç
Devlet oluşumu ve devletleşmiş ahlak olan hukukun
oluşturduğu gerçeklik günümüzde olduğu gibi sorunların, kaosun ve bunalımın ana
kaynağıdır. Ahlakın ilkeleri olan adalet, eşitlik, özgürlük, özgünlük,
farklılık ve çeşitliliğin hiçleştirilmesi insanı, doğayı ve evreni yok olmayla
yüz yüze bırakmıştır.
Gerçekler bu iken, sanki devlet olmadan toplum olmak
imkansızmış gibi bir düşünce sürekli olarak insan zihnine yerleştirilmeye
çalışılır. Toplumun başlangıcı devletle ele alınır. Devletin olmadığı bir
toplumun bir kargaşa ortamı olacağı fikri hep canlı tutulmak istenir. Bu
anlamda devlet, refahın, huzurun, güvenliğin sağlanmasının en geçerli ve
vazgeçilmez yoludur. Her alan, kendi sınırlarında bir devlet kurumudur. Evden
okula ve işe kadar her yer birer devlet kurumu olarak onun kurallarına uygun
bir şekilde ancak var olabilir. Bu bakımdan var olabilmek için devlet olmak
gerekmektedir. Bu fikir sürekli enjekte edilir.
Ancak devlet oluşumuyla birlikte açığa çıkan sorunlu ortam
bunun tam tersini insana kanıtlamaktadır. Gösterilmeye çalışıldığının aksine
devlet huzuru, refahı, can ve mal güvenliğini sağlayan değil, aksine refahı
bozan, huzuru dağıtan, can ve mal güvenliğine en çok kasteden kurumdur.
Eğer iyi bir köleysen, sana verilenle yetiniyorsan ve
efendilere en iyi şekilde itaat ediyorsan devletin en has vatandaşısındır. O
zaman eşin, bir çocuğun hatta eğer iyi bir kul isen bir iş ve bir evin
olabilir. Ancak kul köle olmayı kabul etmiyor ve verilenle yetinmeyip de
hakkını arıyorsan bir vatan hainisindir. Tabi ki vatan hainliğine en ağır
cezalar reva görülür. En doğal hak olan
ana dilini kullanmak bile vatanı bölmekle itham edilir.
Tüm bu sonuçlar göz önüne alındığında, doğru tarih okumanın
önemi çok daha net anlaşılacaktır. Devlet öncesi, çıkışına zemin hazırlayan
etkenler, çıkış süreci ve gelişim aşamaları öğrenildiğinde gelinen düzey daha
iyi görülecektir. Toplumun ahlaki ilkelerden nasıl koparıldığı ve bu kopuşla
birlikte gelinen düzey anlaşılacaktır. Adına uygarlık denilen devletli toplum
ve öncesi arasındaki fark görüldüğünde ise uygarlaşma adı altında ne kadar
insanlık dışı bir varlık oluşturulduğu ve de nasıl yabanileştiği daha iyi fark
edilecektir.
Bu nedenle de yapılması gereken en öncelikli iş, ahlakı
hapsolduğu bu sınırlardan kurtarmaktır. Ancak bu şekilde ahlaklı ve politik bir
toplum yeniden yaratılabilir. Bu anlamda daha anlamlı bir yaşamın
sağlanabilmesi, insanlık ve doğanın kurtuluşu için ahlaki ve politik toplumun
yeniden oluşturulması ve hukukun ahlakın hizmetinde olması gerekmektedir.
Kuşkusuz burada hukuk hiçleştirilmemektedir. Sadece ahlaki ve politik toplum
temelli olması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Ancak bu şekilde anlamlı ve
paylaşılır bir yaşam elde edilebilecektir.
Stêr Serhad
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info