21 Aralık 2016 Çarşamba Saat 12:58
|
Hiyerarşik Sistemin Gelişmesiyle Başlayan Göç
En tehlikeli ve ciddi toplumsal travmalara yol açan göç
olayı aslında insanlık tarafından bilinçli bir politika olarak uygulanan
göçtür. Soykırım, asimilasyon, işgal,
sömürge, talan, ambargo, vb. politikaları bu uygulamalar arasında saymak mümkündür.
İnsanın kendi yaratımı olan bu uygulamalar ancak hiyerarşinin gelişmesiyle
birlikte baş göstermiştir. Tabiatta ki hiçbir canlı kendi soyuna karşı bu
derecede zalimane davranış içinde olmamıştır. Hiyerarşi, insanlık için yeni bir
aşamadır artık. İnsanlık 7 milyon yıllık yaşam mücadelesinde doğanın
bilinmezliklerine karşı kendini korumaya çalışmış ama ayakta kalmak için en
fazla da birbirlerine ihtiyaç duymuşlardır. Hiyerarşi ile birlikte artık “insan
insanın kurdu olmuştur kendisi için tehlike arz eden doğa ve iklim koşulları
değil, insanın kendisi olmuştur. Özgür kabile ruhu bu yaşam tarzına anlam
vermeyecektir. Talan, gasp, hırsızlık, zülüm, baskı ve katilliği yaşamın
merkezine koyan ve temel değer olarak yüceltilen bu değerler etrafında yeni
yaşamı ören hiyerarşiye karşı sonuna kadar direnecektir. İnsanlığa dayatılan bu
yeni yaşam tarzıyla birlikte doğanın derinliklerinde özgür bir biçimde yaşayan
hiçbir kabile, aşiret yada halk güvende olmamaktadır. Güvenlikli bir coğrafyada
yurt edinmeyen her halk tehlike altındadır artık. Onun için birçok kabile ve
aşiretler, gelebilecek saldırılara karşı kendilerini savunabilmek için daha
güvenlikli coğrafyalara göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu insanlık için yeni
bir durumdur.
Bu kısa girişte de anlaşılacağı gibi insanlık yaşamında göç,
hiçbir zaman gönüllü gerçekleşmemiştir. En doğal görülen klan yaşamında bile
göç, yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için bir zorunluk olarak gelişmiştir. Kimi
zaman kıtlık, kuraklık, uzun süre sert geçen iklim koşulları, av hayvanlarının
göç etmesiyle doğanın dayatmış olduğu zorunlukla göç gelişirken, hiyerarşik
düzenin gelişmesiyle birlikte göç boyutu farklı bir nitelik kazanacaktır. Şiddet, baskı ve savaşla daha planlı ve
organizeli biçimde insanlığa göç, sürgün, talan ve katliamlar dayatılacaktır.
Uygarlık geliştikçe insanlığa dayatılan göç olayı daha sistemli ve
profesyonellik kazanacaktır. Bu durum sadece klasik askeri yöntemlerle değil
daha ince ve kapsamlı uygulamalar devreye girecektir. Doğa ve toplumlar üzerindeki sömürü derinlik
kazandıkça bu politikalarda toplumlar üzerinde genişliğine ve derinliğine
yayılacaktır. Merkezi uygarlığın gelişmesiyle birlikte insanlığa dayatılan
göçün derinliği o coğrafyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerine göre
değişiklik arz edecektir. Zenginlik kaynakları açısından daha fazla rezervlere
sahip olan coğrafyalar sürekli işgal, istila, talan ve gasplara maruz
kalacaktır. Buda daha fazla ölüm ve göç demektir. Bazı istisnai doğa afetleri
dışında kalan tüm göçlerin görünürde ki nedenleri -yoksulluk, sığınmacılık,
gönüllü işçilik, savaş vb.- için ne gösterirlerse göstersinler altları biraz
deşildiğinde görülecektirki, devlet ve iktidardan kaynaklı uygulanan
politikalar dışında başka nedenleri yoktur.
Ortadoğu halklarının başına bela olan Sümer şehir devletleri ve Babil,
Asur imparatorluklarını hatırlayalım. Sümer şehir-köle devletinin neolitik
toplumun tüm değerlerine nasıl el koyduğunu özgür kabile üyelerini nasıl
köleleştirdiğini düşünelim. Tarihe “Babil sürgünü olarak geçen Babil kralı II.
Nebukadnezar tarafından Yehuda Krallığı (Kudüs merkezli Kenan ülkesi)
fethedilip yakılıp yıkıldıktan sonar, burada ki tüm Yahudiler mal varlıklarıyla
birlikte M.Ö 587 yılında yerlerinden yurtlarından edilerek Babil’e taşınırlar.
Ya bir ticaret imparatorluğu olan Asurluların bölge halklarının başına getirdiklerine
ne demeli? Biliniyor, Asur imparatorluğu fethettiği her coğrafya da kendi
ticari kolonilerini kurmaktaydı. Ticaretin daha rahat ve güvenlikli gelişmesi
için devasa ordulara ihtiyaç duymuşlardır.
Bu orduları ağırlıkta başka halklardan devşirilmişlerdir. Bu
uygulamaların sonucu olarak birçok halk katliamdan geçirilmiş ve topraklarından
sürülmüşlerdir. Tüccar ve ticaret kolonilerinin güvenliği Asurlar için her
şeyden daha önemliydi. Bu yolla dünyanın her tarafında ki zenginliği kendi
merkezlerine taşıyorlardı. Ticaretin yetersiz kaldığı yerde askeri zorla başka
halkların zenginliklerine el koyma, talan, özgür kabile üyelerini
köleleştirerek iş güçlerinden yararlanma ve başka direnen halkların gözlerini
korkutmak içinde geride kalanların tümünü ya katletme yada yerinden ve
yurtlarından göç ettirme temel politikalar olarak yürütülmüştür. Bu
uygulamalarla Asur imparatorluğu Ortadoğu’yu kasıp kavurdu. Bu dönemde
Asurluların uzanabildiği hiçbir halk yurt edindikleri topraklar üzerinde rahat
yüzü görmemişlerdir. Tarihte halklar üzerinde yürütülen katliam politikaları
olarak eşi benzeri az bulunan uygulamalar belki de ilk defa bu dönemde
uygulandı. Çokça bilinen insan kellerinden kaleler yapmak yâda bu kelleleri
kemerlerinde taşımakla övünenler Asur savaşçılarından başkaları değildi. 13.
yy’a gelindiğinde Orta Asya, Doğu Avrupa, Çin, Sibirya, Hindistan, İran,
Suriye, Irak ve Mezopotamya ovalarına akınlar düzenleyen Moğol kabileleri
girdikleri yerlerde deyim yerindeyse taş üstüne taş bırakmamışlardır. Girdikleri
birçok yerleşim birimlerini yağmalamış kadın, erkek, çocuk ve yaşlı demeden
nüfusun çoğunu katletmişlerdir. Kimi
kaynaklara göre bu savaşlarda 6 milyon insan öldürülmüş birçok yerleşim birimi
yıkılıp yakılmış milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakılmıştır.
Tüm bu uygulamalar ve halklar üzerinde estirilen terörün
asıl nedeni neydi? Açlık yada yoksulluk muydu? Veya yurt edinmek için uygun
coğrafya mı bulunamıyordu? Bu kadar katliam, göç, sürgün ve savaşların nedeni
neydi? Koca doğada paylaşılmayan şey neydi? Bu sorulara verilecek doğru cevap
aynı şekilde halkların yerlerinden ve yurtlarından edinmelerinin yani göçün
asıl nedenidir. Elbette ki temel sebebi insanın aç gözlülüğünün yol açmış
olduğu hiyerarşi ve iktidar olgularıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
hiyerarşi ve iktidarın toplum içinde oynadığı esas rolü “Maddi hayatın sevk ve
idaresi… (4) olarak ifadelendiriyor. Buda toplum elinde ki tüm maddi
imkânların iktidar ve hiyerarşi odaklarının elinde birikmesine sebep teşkil
edecektir. Ellerinde ki bu maddi zenginlikleri daha iyi korumak ve daha da
büyütmek için iktidarın daha kural kazandırılmış hali idare, askeri ve
ideolojik olarak güçlendirilmiş bir sisteme yani devlet organizasyona ihtiyaç
duyar. Sermaye sürekli bir biçimde büyümek ister, bu onun doğasında vardır. Bu
durum daha fazla talan, ganimet, sömürü, katliam, yoksulluk ve göç demektir.
Adil olmayan sürekli bir biçimde kan ve gözyaşıyla beslenen sermayenin
korunması için devlet aygıtı olmazsa olmaz bir şarttır. Sermaye büyüdükçe
hâkimiyet alanlarını daha fazla genişletmek ister. Sermaye devlet güvenliği ve
koruması olmadan hiçbir yere ayak basmaz. Buda devlet sınırlarının ve
hâkimiyetinin giderek genişlemesi ve yayılması anlamına gelir. Devlet, sermaye ve iktidar sürekli bir
biçimde tıpkı kartopu misali geçtiği her yerde kendini katlayarak biriktirir.
Devlet, sermaye ve iktidar biriktirdikçe halk üzerinde yürüteceği sömürü,
katliam ve yurtsuzlaştırma politikaları derinlik ve çeşitlilik kazanacaktır.
Günümüze doğru gelindiğinde iktidar ve devletin denetim altına almadığı tek bir
insan kalmayacağı gibi, insanla birlikte dünyanın tek bir karış toprağı
fethedilmemiş olarak kalmayacaktır. Her insan ve her karış toprak sermaye için
bir kazanç kapısı olarak görülecektir.
• Köye-
Karşı Şehrin Konumlanmasıyla Başlayan Göç
Toplumsallığın ve yerleşik yaşamın kök hali olan köylülük
insanlık hayatında önemli bir yere sahiptir. İlk tohumun ekildiği,
hayvancılığın geliştiği bunlara bağlı olarak göçebelikten yerleşik yaşama
geçildiği alanlardır. İnsanlık emeğinin yoğunluk kazandığı ve insanın emeğiyle
birlikte adım adım insanlaşmaya doğru evirildiği kök toplumdur. Köy toplumu
insanlığın çocukluk ve erginlik evresidir. Doğanın bilinmez, karşı konulması
güç ehlîleşmemiş hali karşısında bir anne şefkatiyle insanlığa gerekli bilinç
ve tecrübeyi veren toplumsallığın ana rahmidir. Bu yaşam tarzı doğayı,
bitkileri, hayvanları hissederek, bir bütün olarak içinde büyümüş olduğu
eko-sistemin anlam dünyasıyla bütünlük kazanarak yaşar. Köy yaşamı, bu ilişki
tarzının kendisi için vazgeçilmez yaşamsallığını ve onun derin bilincini
toplumsallığın genetik kodlarından almıştır. Bu nedenle köyün inkarı insanın
kendisini inkarı anlamına gelecektir. Köyden kopmak yada köye yabancılaşmak
doğaya ve kendisine yabancılaşmak demektir. Çünkü bu yaşam tarzı insanlığa
sürekli bir biçimde yaşam için ihtiyaç duymuş olduğu her şeyi fazlasıyla
vermiştir. Onun için insanlık hiçbir
dönem -çok istisnai durumlar hariç- gönüllü bir şekilde köylerini yada tarım
alanlarını bırakıp şehirlere göç etmemiştir.
Henri Lefebvre “her toplum, her üretim tarzı kendi mekanını üretir der.
Yani diğer bir anlamda her toplum yada üretim tarzı kendi mekanını örgütler.
Kendi toplumsal ve üretim mantığı çerçevesinde en verimli ve sonuç alıcı olma
şartıyla üretim tarzını ve ilişkilerini yeniden düzenler. Buna göre uygarlığın
kapitalist evresine kadar ki üretim tarzı ve ilişkilerinde başat rolde olan
mekan köylülük ve kırsal alan olmuştur.
Nüfus ve iş gücünün yoğunluk kazandığı dolayısıyla üretimin ve artan
ürünün mekanı olması itibariyle kırsal kesimi kent yerleşkelerine karşı üstün
kılıyordu. Bu üstünlük durumu kentleri kıra karşı bağımlı hale getirmişti.
Kentlerde bir iş kolu olarak gelişim gösteren zanaatkârlık mesleği çok yaygın
değildi. Gelişen ticaret ise kapalı ekonomi olmasından kaynaklı ağırlıkta
kırsal alanda gelen ürünlerle sürdürülüyordu. Bundan kaynaklı kentlerin iş gücü
ihtiyacı söz konusu olmadığı gibi var olan iş gücünü karşılama gibi sorunları
vardı. Bu dönemlerde köyler her yönüyle kentlerden üstün konumda olduklarından
kaynaklı kentlere göre daha fazla çekim merkeziydiler. Dolaysıyla kırsaldan
kente doğru –zorla olmadığı müddetçe- bir göç dalgası beklemek için her hangi
bir sebep söz konusu değildir. Bu dengenin giderek kent lehine bozulması ve
kentin başat konuma geçmesi kapitalist sistemin gelişmesiyle mümkün olacaktır.
Kapitalist modernite, tek ve vazgeçilmez yasası olan azami kar mantığı üzerine
kurulduğu için mekanını da bu yasaya göre düzenlemek isteyecektir. Temel bir
politika olarak işsizliği insanlığın başına bela edecek olan bu sistem aynı
zamanda kırsal alanın tümden boşaltılmasından da sorumludur.
Köy yaşamında işsizlik diye bir kavram var mıdır? İnsanlık
tarihi boyunca işsizlik kavramı, ilk defa hiyerarşik sistemle birlikte
insanlığın yaşamına girmiştir. İşsizliği çok bilinçli ve temel bir politika
olarak geliştiren ve suistimal eden kapitalist sistem olmuştur. Göç olgusunun temelinde yatan en önemli
nedenlerden birinin işsizlik olduğunu biliyoruz. Neden? Çünkü işsizlik
yoksulluk ve açlık demektir. Açlık ve yoksulluk ise tüm kötülüklerin kaynağı
durumundadır. Kapitalist uygarlık ucuz emek için oluşturmuş olduğu köleler
ordusunu açlık ve yoksulluk ekseninde devşirmiyor mu? Peki, bu köleler ordusunu
devşirme durumu kendiliğinden mi gelişiyor yoksa bilinçli bir şekilde uygulanan
politikalar sonucu mu gelişiyor? Her şey o kadar apaçık ortadaki kapitalist
modernite daha fazla kar sızdırmak için, ucuz emek gücüne ve bunun içinde
işsizler ordusuna ihtiyacı vardır.
Demekki köyden şehre göç, büyük oranda bilinçli politikalar sonucu
gelişmiştir. İnsanlık tarihinde 18. ve 19. yy. sanayi devrimine kadar da
nüfusun %95’inden daha fazlası kırsal kesimde yaşamlarını idame ediyorlardı.
Kentler, sadece köylerin bir eki durumundaydılar. Çünkü tüm ihtiyaçlarını
köyden karşılıyorlardı. Kentler üretim merkezi olmaktan ziyade çevre köylerin
pazar kurduğu, ticaretin yapıldığı ve basit el zanaatkârlığının geliştiği
mekânlardı. Bu dönemde köy ile kentler arasındaki ilişki karşıtlık temelinde
olmadığı gibi aksine birbirini besleyen simbiyotik bir ilişki biçimindeydi.
Yapılan bir araştırmaya göre “1800 yılında dünya nüfusunun
sadece %1.70’i nüfusu yüz bini aşan kentlerde yaşarken bu oranın 1900’de %
5.50’ye, 1970’te %22.00’ye yükseldiğini günümüzde ise % 30.00’ların üzerine
çıktığı belirtilmiştir. (5)
Kapitalizmin mekânsal olarak Avrupa’da gelişmesinden
kaynaklı burada ki örnekler çok daha çarpıcı bir biçimde her şeyi gözler önüne
sermektedir. 11. ve 12. yüz yıllara doğru gelindiğinde, Doğu’ya Haçlı
seferlerinin başlamasıyla Avrupalı tüccarlara yeni bir kapı aralanmıştır.
Buradan çeşitlilik bakımından zenginlik arz eden malları kendi pazarlarına
taşıyarak büyük vurgunlar yaptılar. Ucuza alınan ve pahallıya satılan bu mallar
herkesin dikkatini çekiyordu. Yine kentlerde el zanaatkarlığın yerini alan
manifaktürel üretim biçimi kentleri kıra karşı üstün konuma getiriyordu. Bu
gelişmeler adım adım tüccarları yeni dönemin ayrıcalıklı sınıfı konumuna
getirecektir. Güçlendikçe üstlendiği mekanı kendi çıkarları doğrultusunda
örgütlemeye başlayan tüccar, yeni yasalarla tarımsal ve çeşitli zanaat
ürünlerinin satıldığı pazar üzerinde tekel kurarak ve ticareti yalnızca kentin
ticari topluluğuna üye olanlarla sınırlı tutma kurnazlığını göstererek
kentlerdeki yerini daha da sağlama almayı bilmiştir. Kentin kırsal karşısında
ki konumu güçlendikçe onu sömürme durumu da bir o kadar derinlik kazanacaktır.
15. ve 16 yy’a gelindiğinde tüccarlar sınır tanımaz oldular.
“Coğrafi keşifler dedikleri yolla işgal ettikleri yerlerde orada ki zenginlik
kaynaklarına el koyarak ülkelerine taşıyorlardı. Bu durum tüccar sınıfına
bulunduğu ülke’de ekonomik ve siyasi olarak güç kazandırıyordu. Arkasına aldığı
siyasi erkle daha katmerli bir biçimde ekonomik olarak palazlanmanın yollarını
aramalarına yol açmıştır. Kapitalistler sermayeyi işte bu yöntemlerle
biriktirdiler. Kapitalist sistemin gelişip palazlanabilmesi için tek başına
sermaye birikimi yetmiyor. Bu sermayeyi işleyecek endüstriyalizmin
geliştirilmesi gerekiyor. Buda çok fazla iş gücüne ihtiyaç duyma anlamına geliyor.
İş gücünü kiralayacak işçiler olmadan endüstriyalizmin gelişmesi mümkün
değildir. Şunu hiç unutmayalım çalışacak bir toprak parçası yada zanaatı olan
hiçbir insan bir başkasının emrinde çalışmak istemeyecektir. Başkalarının
hizmetinde çalışmak ancak çok zorunlu olduğu zaman yapılan bir şeydir. Bu
konuda İngiltere’de oldukça çarpıcı örnekler yaşanmıştır. Lordlar tarafından
zorla topraklarından kovulan insanlar şehir varoşlarında aç ve sefil
yaşamalarına ragmen, bir işçi olarak birilerinin yanında çalışmayı onurlarına
yedirmezler. Bundan dolayı İngiliz hükümeti kanun çıkarır ve bu insanları zorla
işe götürürler. Demek ki tarlası başında kendi emeğiyle geçimini sağlayan
köylüyü, işçileştirmenin tek bir yolu vardır oda onu üretim araçlarından yoksun
bırakmaktır. Bu yapılmadan kapitalist sistem kendi çarkını döndürmek için
hiçbir zaman yeterli iş gücü bulamayacaktır.
“O zaman kapitalist üretim için gerekli emeğin nasıl
sağlanabilir olduğunun hikâyesi, bu durumda, üretim araçlarından nasıl yoksun
bırakıldıklarının hikâyesi olacaktır. Şu halde kapitalist sistem için yolu açan
süreç, emekçiden üretim araçlarının tasarrufunu alan süreçten başkası olamaz
bu süreç, bir yandan geçim ve üretimin toplumsal araçlarını sermayeye, öbür
yandan dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştürür. Dolaysız üretici,
emekçi, toprağa bağlı olmaktan çıktığı ve bir başkasının kölesi, serfi yada
yanaşması olmaktan kurtulduğu zaman kendi kendisini serbestçe kullanabilir.
İş-gücünü serbestçe satabilmek, kendi metasını bulduğu pazara taşımak için
ayrıca lonca rejiminden, loncanın çırak ve kalfa kurallarından, çalışma
yönetmeliklerinin engellerinden sıyrılması gerekir. Bu yeni azatlılar ancak
bütün üretim araçları ellerinden alınıp eski feodal düzenin verdiği bütün
varoluş garantilerini kaybettikten sonra kendi kendilerinin satıcıları oldular.
Ve bunun mülksüzleşmelerinin tarihi, insanlığın kayıtlarında kandan ve ateşten
harflerle yazılıdır (6) bu durum tek başına kapitalizmin insanlığı, kendi karı
için nasılda yerinden yurdundan edip sürmek için kurgulanan bir sistem olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Görüyor ki göç, üretim araçlarından yoksun
bırakılma, açlık, fuhuş, hırsızlık her türlü ahlaksızlık, vicdansızlık ve
sefalet gibi toplumsal sorunların temelinde kapitalist sistemin azami kar için
uygulamış olduğu politikaları vardır.
17. yüzyıla doğru
gelindiğinde iyice palazlanan tüccar sınıfı ve bu sınıfın yoğunlaştığı
özellikle Hollanda ve İngiltere, devasa yapılarıyla Avrupa monarşisini
önlerinde engel ve tehdit olarak görüyorlardı. Yine Katolik kilise ahlakının
kapitalizmin gelişmesi önünde engel olmasından dolayı siyasi otoritesinin
sınırlandırılması gerekirdi. İşte özelikle din savaşları adı altında tüm Avrupa
kıtasını içine alan otuz yıl savaşlarını da -1618-1648- siyasi çıkarların
çakışması sonucu çıkartılan savaşlar olarak ele almak gerekiyor. Bu dönemdeki
din savaşlarının bile her şeyde olduğu gibi, dininde millileştirilmesi
savaşları olduğu unutulmamalıdır. Kapitalist sermaye önünde engel teşkil eden
Katolik ahlakı yerine, kapitalizme geçit veren ve meşrulaştıran Protestan
ahlakı getirilmiştir. Otuz yıl savaşları Vestfalya anlaşmasıyla sonuçlanır.
Kutsal Roma-Cermen imparatorluğunu meydana getiren birçok prenslik küçük
devletlere bölünür. Hollanda’nın bağımsızlığı resmen tanınır. Bu anlaşma ile
bir nevi kapitalist hegomon sistemin devlet formu olan ulus-devletlerin temeli
atılır. Bu anlaşma kapitalizim ve öncü sınıfı olan burjuvazi için bir zafer
iken Avrupa halkı için büyük bir yıkım, katliam ve göç olmuştur. Bu savaşlarda
yüzbinlerce insan ölürken, bir o kadarı da savaşların yol açtığı kıtlık ve
salgın hastalıklar yüzünden ölmüştür. “Almanya’daki otuz yıl savaşları
(1618-1648) kadar büyük bir felaket, belki de hiçbir zaman yaşanmamıştır.
Toplam nüfusunun üçte ikisini kaybetmişti ve kalanların sefaleti de içler
acısıydı. Ülke’deki köylerin altıda beşi yok edilmişti. Palatinate’de bir köyün
iki yıl süre içinde yirmi sekiz kere talan edildiğini okuyoruz. Saksonya’da
kurt sürüleri dolaşıyor çünkü kuzeydeki toprağın üçte birinde ekim durmuştu.
(7) Bu savaşların sonuçları sadece bu bilanço ile sınırlı değildi. Birde
Protestanların çoğunlukta olduğu yerlerde Katoliklerin, Katoliklerin çoğunlukta
olduğu yerleşim birimlerinde Protestanların sürülmesi söz konusudur. Binlerce
insan bu sebeplerden kaynaklı yerlerinden ve yurtlarından edilerek başka
yerlere sürülmüşlerdir. Görüldüğü gibi Avrupa kıtasında yürütülen bu savaşlar,
neredeyse kırsal kesimi büyük oranda tasfiye etmiştir. Kırsal kesimin
tasfiyesini hızlandıran diğer etkenler ise tüccar sınıfın güçlenmesiyle feodal
derebeylikler üzerindeki baskının artması, kırsal kesimin çekiciliğini
yitirmesi, feodal bey için eski tarz üretim ilişkilerinin fazla kar
bırakmamasıyla bağlantılı feodal beyi de daha karlı yollara başvurmasına yol
açmış olmasıdır. Bu durum mülkiyet ilişkilerinde dönüşüme yol açmıştır. Bunun
sonucu olarak birçok köylü yerlerinden edilerek şehirlere sürülmüştür. Bu
durumu en çarpıcı bir biçimde ifade eden örnek İngiltere’de ki toprakların
çitlenmesi hareketidir. 1800’li yılların
ortalarında İngiltere’de dokuma sanayisinin büyüyerek gelişmesi, kırsal nüfus
açısından ağır sonuçlar doğurmuştur. Dokuma sanayisinin daha fazla koyun yününe
ihtiyaç duymasından kaynaklı toprak sahibi olan Lordlar açısından koyun
yetiştiriciliği daha karlı bir iş olarak görünmüştür. Bundan kaynaklı toprak
sahipleri kendi topraklarında yaşayan çoğu kiracı köylülerin elindeki
toprakları alıp onları işsiz bırakarak şehre sürmüşlerdir. Lordlar bu
topraklarda ancak hayvan yetiştiriciliği ve bakımını yapacak kadar köylü
bıraktılar. Bu durumdan kaynaklı İngiltere’de kırsal kesimden şehre doğru yoğun
bir göç hareketi başladı. Bunun yanı sıra aç ve işsiz kalan köylüler çitlenmiş
arazilere saldırmaya başladılar, çete grupları hırsızlık ve talan yaptılar. Giderek
büyüyen çitlenme hareketine karşı isyanlar baş gösterir. 18. yy gelindiğinde
bizzat İngiliz hükümeti tarafından “çevirme yasası çıkarılır ve bu yasayla
köylülerin ellerindeki meralar, topraklar alınarak köylüler kanunla sürülürler.
Bu dönemde direnen köylü, karşısında orduyu bulur. Birçok yerde sadece
topraklar ellerinden alınmaz, evleri yakılıp yıkılır ve topraklarından
sürülürler. Bu durum sadece İngiltere’yle sınırlı kalmamıştır, Avrupa’nın başka
ülkelerinde de 19.yy’a kadar devam etmiştir. Ayrıca gelişen fabrika sanayisi
karşısında köy ve kent zanaatkarlığı da büyük bir çöküşü yaşamıştır.
Zanaatkarın birkaç kalfa yada çırağıyla zor bela üretmiş olduğu malı, koca
fabrikanın ürettiğiyle rekabet edecek güçte değildi. Rekabet yarışını kaybeden
zanaatkâr önce işini kaybeder daha sonra ise aç ve sefil olmamak için bir işçi
olarak fabrika kapısında emeğini satmak için iş arar hale gelir. Şehirlerde
biriken bu büyük iş gücünün istihdam edilmesi ciddi bir sorundu. Şehir
varoşlarında çok ağır koşullarda yaşamlarını idame eden bu kesim yeni gelişen
fabrika sanayisi için ucuz emek gücüydü. “…1801’de 72.215 olan Manchester’in
nüfusu, 1851’de 303.382’yi bulmuştu. Londra’da ise 1801’de 864.845 kişi
barınırken, 1840’larda bu sayı 1.873.676’ya varmıştı… 1800 ve 1900 yılları
arasında bütün Avrupa’da görülmemiş oranlarda bir kentsel nüfus artışı yaşandı.
Paris’in nüfusu 547.000’den 3.330.000’e, Berlin’in ki 172.000’den 2.434.000’e
yükselmişti. 1900’de Londra nüfusu ise 6.480.000 idi. (8)
Kırsal alanın nüfustan arındırılıp şehir varoşlarına
doldurulması oldukça bilinçli bir şekilde geliştirilen bir politika sonucuydu.
Zorla yaşam alanlarından koparılıp sürülen bu kesimlerin çoğu değil
yaşayabileceği bir konut bulmak karnını doyurmak bile ciddi bir sorun olmuştu.
Avrupa’nın bu mega kentlerinin varoşlarında ortalama günde onlarca insan
açlıktan ölmüşlerdir. İşsiz ve aç bırakılan bu kesimin yaşadığı alanlar ise
şehrin en pis ve yaşanması güç yerleriydi. Fransa’da insanlar kira parası
bulamadığı için orman ve dağlık alanlara sığınarak kulübelerde yaşamak zorunda
bırakılmışlardır. İş bulan kesimler ise, en ağır koşullarda ve çok ucuza (karın
tokluğuna) günde ortalama 18 saat çalıştırılarak sömürülmüşlerdir. Kadın ve
çocuklar en ucuz iş gücü olarak görülmüşlerdir. Burjuvazinin insan emeği
üzerinde kar sızdırma politikası tutmuş ve bunun için yedekte neredeyse bir
işsizler ordusu, ucuza emeğini satmak için yalvar yakar duruma getirilmiş
oluyordu. Görülüyor ki burjuvazi, daha fazla kar elde etmek için göçü bilinçli
bir şekilde teşvik etmiştir. Bu zorlu
koşullar, her gün biraz daha fazla toplumsal olarak çöküntünün yaşanmasına yol
açmıştır.
• Endüstriyalizm
ve Ulus Devletin Yol Açtığı Göçler
15. yüzyıl ve 16. yüzyıllarda tüm Avrupa kıtası boyunca
Uzakdoğu, Amerika, Hindistan ve Afrika’ya kadar uzanan yeni ticaret yollarının
keşfi, tüccar sınıfının iştahını kabartmıştır. Arkasına devlet gücünü alan uzun
ama oldukça zengin getirisi olan ticaretin yol açtığı sonuçlar, Avrupa kıtası
açısından oldukça dikkat çekicidir.
Coğrafi keşifler olarak adlandırılan bu ticaret, ağırlıkta talana ve
gaspa dayalıydı. Amerika kıtasındaki yerlilere ait tüm değerli madenlere ve
diğer zenginlik kaynaklarına zorla el konularak Avrupa’ya taşınmıştır. Buradaki
yerlilerin yerleşkelerini yağmalayıp ateşe vererek on binlerce insanı
katletmişler. Daha sonra ise buralarda kurulan çiftliklerde çalıştırmak için
Afrika kıtasından milyonlarca insan buralara taşınmıştır. Bu zorlu yolculuk
esnasında milyonlarca Afrikalı ölür. Milyonlarcası da Amerika kıtasına
taşınarak köle olarak tarlalarda ve büyük çiftliklerde bedava iş gücü olarak
çalıştırılırlar. Köle ticareti neredeyse dönemin en fazla para getiren işi
haline gelir. Bu yolla milyonlarca insan çok planlı ve sistemli bir şekilde
zorla yerinden yurdundan edilerek başka ülkelere ve kıtalara taşınır. Bu
Afrikalı “köleler sadece Amerika kıtasına taşınmaz, bir o kadarı da Avrupa
kıtasına taşınarak fabrikalarda bedava iş gücü olarak çalıştırılır. Örneğin
İngiltere’de dokuma sanayisinde çalıştırmak için Manchester ve Londra’ya
binlerce Afrikalı “köle götürülmüştür.
Amerika kıtası, baştan sona Avrupalı tüccarlar tarafından
işgal edilir. Buradaki zenginlik kaynaklarının rahatlıkla taşınabilmesi için
önce yerli nüfus katliamdan geçirilir. Kıta neredeyse insansızlaştırılır ve var
olan topraklar sahipsiz bırakılır. Avrupa’da sanayinin gelişmesiyle birlikte
toprak işletmeciliği önem kazanınca, Avrupa’da kendine yer bulamayan ve zengin
olma hayalleri peşinde koşan nüfusun çoğunluğu Amerika kıtasına taşınır. Daha
önce insansansızlaştırılmış bu geniş topraklara zorla el koyarak kendilerine
yurt edinirler. Bu durum Avrupa kıtasından Amerika kıtasına doğru ciddi bir
göçe neden olur. “Rosman ve Rubel’e göre
“XVI. yüzyıldan XIX. yüzyılın başına kadar yaklaşık olarak 8-10 milyon
Afrikalı, Yeni Dünya’daki (Amerika kıtası) tarlalarda çalıştırılmak için
getirildi. (Rosman ve Rubel, 1998:301). “1810 yılına kadar Amerika’ya ithal
edilen köle sayısı 7.5 milyondur. Bir başka deyişle, aynı dönemde Avrupa’dan
gelen göçmenlerin üç katı (Baron, 1971:5). Baron’un ortaya koyduğu ve 1800’lü
yılların başına kadar olan dönemi kapsayan karşılaştırmalı oran, köle ticaret
hacminin anlaşılması açısından çok önemlidir. Aynı dönemdeki bir başka göç
akımı ise Avrupa’nın endüstriye geçişi ile birlikte İngiltere, Hollanda,
İspanya, Portekiz ve Fransa’da ortaya çıkan fazla nüfusun, yeni keşfedilen
bölgelere ve/veya sömürgelere göçü ile yaşanmıştır. Bu süreç içerisinde
Fransızlar önce Kanada’nın Quebec bölgesini iskan etmiş, daha sonra Kuzey
Afrika’ya uzanmışlardır. 1846-1932 yılları arasında yaklaşık 18 milyon insan
İngiliz Adaları’ndan Kuzey Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve
Karayip Adaları’na göç etmiş 10 milyon İtalyan, 5 milyon Alman da bu dönemde
Avrupa’yı terk ederek başka kıtalara kısmet aramaya çıkmıştır. 1821-1924 arası
toplam 55 milyon Avrupalı denizaşırı yollara düşüp kendilerine yeni bir yer
seçmiş, bunlardan 34 milyonu Birleşik Amerika’ya yerleşmeyi yeğlemiştir. (9)
Aslında coğrafi keşifler olarak adlandırılan ve azami kar
dışında hiçbir ahlaki kural tanımayan bu kanlı ticaretin kendisi bile
kapitalizmin sistem olarak insanlık için ne ifade ettiğini açıkça ortaya
koymaktadır. Bu yollarla elde edilen sermaye, kapitalizme mekanlık eden
alanlara taşındığında tüccar sınıfı sadece sermaye olarak güç kazanmış olmuyor
aynı zamanda yönetim işlerinde de etkinlik kazanmaya başlamaktadır. Çünkü bu
dönemde bulunduğu ülkenin neredeyse tüm savaş giderleri ve borçlarını bu
kesimler karşılıyorlardı. Tabii karşılığında ülkenin en verimli yer altı ve yer
üstü zenginlik kaynaklarından pay alıyorlardı. Yine devlet idaresinde
etkinliğini artırıyorlardı. “Coğrafi keşiler adı altında yabancı toprakların
sömürgeleştirilmesi politikasının temel yürütücüleri bu dönemdeki tüccarlar
olmuşlardır. Dikkat edilirse bu dönemde kurulan şirketlerden herhangi birisi
yeni keşfettiği bir ülkeye ticaret için giriş yaptığında ilk yaptığı şey
kurulduğu yere yeterince paralı asker taşıyıp garnizon kurmadır. Savunma için
kaleler inşa ettikten sonra ikinci adım olarak ticaret yapılır. Boşuna Karl
Marx şunları ifade etmemişti: “para bir yanağı doğuştan kan lekeli doğduysa,
sermaye tepeden tırnağa kan damlayarak, her gözeneğinden kan ve kir fışkırarak
doğdu. (10) der.
Gasp, talan ve sömürge politikasıyla biriktirilen sermayenin
yanında makinenin devreye girmesiyle birlikte kapitalizm, yeni bir aşaması olan
endüstriyalizme geçiş yapacaktır. Endüstriyalizm daha fazla pazar ve sömürge
demektir. Fabrikalarda ucuz emek gücüyle yığınla meta üretilerek daha ucuza
piyasaya sürülmesiyle Endüstriyalizm için ilk adım atılmıştı. Azami kar için
daha ucuz iş gücü, fazla meta üretimi ve dolayısıyla daha geniş pazarlara
ihtiyaç vardı. Öncelikle iç pazarların ithal mallara kapatılması gerekmektedir.
Bunun için burjuvazi ulusal pazar politikasına ihtiyaç duyar. İç pazarın doyuma
ulaştığı noktada dış pazarlara açılmak ihtiyacı bir zorunluluk haline gelir.
Yoksa sistem bunalım üretir ve krize girer. Daha geniş pazarlar demek, daha
fazla meta üretimi, iş gücü ve daha fazla hammadde ihtiyacı demektir. Kârda sınır
tanımayan endüstriyalizm bu ihtiyaçları karşılamak için başka ülkelerin
sömürgeleştirilmesine ihtiyaç duyar. Tek başına bunu yapamayacağına göre
arkasına devlet gücünü almalıdır. Bunu da ancak ulus-devlet formu ile
yapabilir. Burjuvazi, çıkarlarını ulusun çıkarlarıyla eş değer tutma yalanıyla
tüm ulusun gücünü arkasına alarak ilhak ve sömürge politikasını geliştirir.
Burjuvazi ulus-devlet ve milliyetçilik olmadan sonuçları çok kanlı ve ağır olan
bu sömürge politikalarına girişmeyeceğini çok iyi bilmektedir. Milliyetçilik ise dilin, kültürün, sanatın,
dinin, tarihin, coğrafi sınırların ve kısacası ulusallık adına her şeyin
millileşmesi süreciyle ete kemiğe büründürülecektir. Burjuvaziye geniş
pazarlar, ucuz hammadde yatakları, ucuz iş gücü sağlayan ama milyonlarca
insanın öldürüldüğü ve milyonlarcasının sakat ve bir o kadarının da yerinden
yurdundan edilmesi için güç sağlayan temel şey endüstriyalizmin ulus-devlet ve
milliyetçilik ideolojisi olmuştur.
19.yy’a gelindiğinde başta İngiltere olmak üzere Fransa,
Hollanda, Portekiz, İspanya, Belçika ve İtalya üretilen fazla meta için başka
ülkeleri ilhak etme yarışına girdiler. Kim daha fazla sömürge elde ederse
sistemin hegemonya gücü o olacaktı. Bu konuda 1898 yılında Amerika’nın Boston
ilinde bazı iş adamlarına konuşan cumhuriyetçi senatör Albert j. Beveridte
şunları ifade eder “Amerikan fabrikaları Amerikan halkının tüketebildiğinden
fazlasını üretiyor Amerikan toprağı tüketebilenden fazlasını üretiyor.
Politikamızı kader çiziyor dünya ticareti bizim olmalıdır ve olacaktır. Ve
bunu, bize annemizin (İngiltere) öğrettiği gibi elde edeceğiz. Dünyanın her
yerinde Amerikan mallarının dağıtım noktaları olan ticaret üsleri kuracağız.
Okyanusu ticari filomuzla kaplayacağız. Büyüklüğümüzün ölçüsüne yakışan bir
deniz gücü kuracağız. Kendilerini yöneten, bizim bayrağımızı dalgalandıran ve
bizimle ticaret yapan büyük koloniler kurulacak ticari üslerimizin çevresinde.
(11) Burada sorulması gereken soru cumhuriyetçi senatör Albert j. Beveridte iş
adamlarına vermiş olduğu sözü nasıl ve hangi yöntemlerle yerine getireceğidir.
Dünyanın her yerinde ki halklar isteyerek mi ülkelerini Amerika
sermayedarlarına peşkeş çekecekler? Elbette değil, o zaman Amerika senatörü
açıkça başka ülkelerin daha fazla sermaye için sömürgeleştirileceğini ifade
ediyor. Bilinmeli ki hiçbir ülke yada halk askeri zor, ilhak ve savaş olmadan
kendi ülkesinde ki yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarının başkaları
tarafından talan edilmesine izin vermez. Sömürge politikası ise bunun aksine
her zaman savaş, baskı, zülüm, yoksulluk, açlık, ölüm, asimilasyon, fiziki ve
beyinsel göç, katliam, yer altı ve yer üstü kaynakların pervasızca talanı
demektir.
15. ve 16. yy. da
coğrafi keşiflerle başlayan sömürgecilik 20. yüzyıla vardığında Dünya’nın
tamamının İngiltere, Fransa ve Hollanda tarafından paylaşıldığı bir biçim
almıştı. Dünyanın en büyük gücü olan İngiltere “Güneş batmayan imparatorluk
olarak en fazla sömürge sahibi ülkeydi. Otuz yıl savaşlarının sonucu Almanya
için oldukça ağır olmuştur. Almanya 19. yy’a kadar siyasi, ekonomik ve sanayi
olarak kendisini toparlayamamıştır. Bu durum Almanya’nın sömürgecilik
hareketlerinde İngiltere ve Fransa’dan geri kalmasına yol açmıştır. 19.yy’a
gelindiğine siyasi birliğini kuran ve giderek sanayide güç kazanan Almanya
sömürgecilikte kendine pay isteyecektir. Bu durum İngiltere ve Fransa için
oldukça tehlike arz eder. İngiltere elindeki sömürgelerin korunmasını, deniz
ticaretindeki üstünlüğünün devamı ve bir ağ gibi dünyanın her tarafına dağılmış
küresel şirketlerinin hâkimiyetlerinin sürdürülmesi yönünde politikalarını
yürütüyordu. Yine Ortadoğu’da keşfetmiş olduğu petrol rezervlerinin kontrolü
onun temel politikalarını belirliyordu. Bu durum İngiltere’yi Dünya’nın hegomon
gücü haline getirmişti. İngiltere ve Fransa’nın bu durumları Almanya’nın
sömürge politikası önünde ciddi bir engeldi. Çünkü Almanya bu ülkelerin
ellerindeki sömürgelerden pay istiyordu. Yukarda sayılan nedenlerle birlikte,
Çarlık Rusya’sının Osmanlı İmparatorluğunun topraklarına göz dikmesi I. Dünya
savaşının asıl nedenleri olmaktaydı.
I. Emperyalist paylaşım savaşının sonuçları halklar
açısından oldukça ağır olmuştur. Uçaklar, tanklar, toplar, mayınlar, kimyasal,
makineli silahların kullanıldığı bu savaşta sadece savaşan güçler etkilenmedi.
Cephe gerisinde olan kadın, çocuk, yaşlı kısacası toplum bir bütün olarak
payını aldı. Halklar açısından büyük trajedilere yol açan, büyük katliam ve
soykırımların ortaya çıktığı, yerleşim alanların yakılıp yıkıldığı, büyük
göçlerin ve tehcir politikaların tüm acımasızlığıyla devreye sokulduğu bir
savaş oldu. Bu savaşta “Tüm ülkelerden 65.038.810 askerin katıldığı bu savaş,
arkasında resmi rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve
7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır. (12)
Birinci dünya savaşına
gelmeden önce Osmanlı toprakları içinde ki Balkan halklarının yavaş yavaş
bağımsızlıklarına kavuşması, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından
işgal edilmesi İttihatçıları epeyce korkutmuş ve bundan dolayı tedbir amaçlı
iskân ve demografik yapının değiştirilmesi politikaları devreye konulmaya
başlanmıştır. “Makedonya’nın aynı kaderi paylaşmaması için bölgenin nüfusunun
etnik-dinsel dokusuna müdahale etmek kararına varılmıştır. İttihatçıların en
etkili üyelerinden Dr. Nazım Bey bölgede uygulanacak göç ve iskân politikası
için aktif rol alır. Dr. Nazım Bey, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Müslümanlarını
Anadolu ve özelikle Makedonya’da iskân etme projesini hayata geçirmek için 1909
Mart ayının sonlarında Selanik’e gelir.
(13) Burada Osmanlının daha fazla toprak kaybetmemesi için izleyeceği
strateji üzerine çeşitli konferanslar verir ve gerekli bilgilendirmeleri yapar.
Bu stratejiyi uygulamak için bizzat bir komisyon kurarak görevlendirir. Bu komisyonun asıl amacı “kaybedilen
topraklardaki Müslümanların Makedonya’ya göçmeleri için çok güçlü bir kampanya
başlatmak ve Müslümanları göçe teşvik etmeleri için ajanları göndermektir.
Belirlenen ikinci amaç ise, göçü organize etmek ve göçmenlerin iaşelerinde
(beslenme) harcanmak üzere gerekli finans kaynaklarını bulmaktır. (14) Tabii
ki Makedonya’ya göç eden her Müslüman nüfus karşılığında Hıristiyan yada başka
dinden olan insanlar kendi topraklarından sürülecektir. Bu politikanın
uygulanması beraberinde bazı tehlikelerde taşımaktaydı. Örneğin Osmanlının daha
içlerinde yaşayan Ermeni, Rum ve Asuri halkları tedirgin edebilir ve erkenden
bir isyana neden olabilir. Yine Balkanlardaki diğer Hıristiyan toplulukları
harekete geçirme tehlikesi söz konusuydu. Nitekim böyle bir durumda olur.
Bundan kaynaklı bu politikalar hayata geçirilemez. Balkanlar tümden
kaybedildikten sonra İttihatçıların başı olan Enver ve Talat paşalar artık
tamamıyla Anadolu’ya yoğunlaşma gereği duyarlar. Buralarında Makedonya’nın
akıbetine uğramaması için âdete büyük bir panik ve telaş içinde hızla harekete
geçerler. İttihatçılar artık Hıristiyan halklardan tamamıyla umutlarını
kesmişlerdir, hatta kendileri için büyük bir tehlike olarak görmektedirler.
Bunun için biran önce Makedonya’da uygulamak istedikleri ama başaramadıkları
iskan, tehcir politikalarını Anadolu’da ki Hıristiyan halklara karşı oldukça
planlı bir şekilde uygulanmasının şart olduğuna ikna olmuşlardır. “1913
kongresinde alınan karar gereği, 13 Mayıs 1913’te İAMM (muhacirlere yönelik
kurulan komisyon) kurulur. İttihatçıların iki temel nüfus kaynağı vardır:
Muhacirler ve göçebeler. Bu müdüriyet, hükümetin nüfusun sevk ve iskan ile
ilgili politikalarını hayata geçirmekle yükümlü kılınır. Bu kurum aynı zamanda
etnik gruplar üzerine bilgi toplama, üretme ve yayma merkezi de olur… Bahsi
geçen iki nüfus kaynağı (muhacirler ve göçebeler), iki bölgeye müdahale
anlamına geliyordu. Muhacirlerin iskanı ile burada ki bölgeleri ve esas olarak
iki halkı, Bulgarları ve Rumları göçebelerin iskanı ile doğudaki bölgeleri ve
esas olarak Ermenileri ve Kürtleri hedefliyordu. (15) Bu dönemde elden çıkan
Balkan ülkelerinde Osmanlıya doğru yoğun bir göç söz konusuydu. İmparatorluk
yanında yer alıp bölge halklarına karşı savaşmış ve Müslüman olan kesimlerin
çoğu kaçmak zorunda kalmıştır. Bunun yanı sıra ittihatçılar Anadolu’da Ermeni,
Rum, Asuri ve Kürtlere karşı hazırlık içinde oldukları tehcir politikaları için
Balkanlardaki göçü teşvik ediyorlardı. İttihatçılar I. Dünya savaşına bu kafa
yapısıyla girdiler. Aslında bu planların rahatlıkla uygulanabilmesi için
böylesi bir savaş bulunmaz bir ortam sunuyordu. İttihatçıların tamda istediği
buydu.
Ayrıca Osmanlı toprakları içinde yaşayan Ermeni, Rum ve
Asuriler ticaret ve sermaye tekelini ellerinde bulunduruyorlardı, Avrupa’da boy
veren modern ulus-devlet oluşumlarından oldukça etkilenmişlerdir. Ermeni
milliyetçiliğin ulus-devlet çabaları ve İngilizlerle olan ilişkileri
ittihatçıları daha fazla tedirgin etmiş durumdaydı. Dağılmakta olan Osmanlı
imparatorluğunun yıkıntılarından modern ulus-devlet yaratmak isteyen
İttihatçılar için sermayenin biriktirilmesi bir sorun iken diğer bir sorun
Hristiyan halkların yaratmış olduğu tehlikeydi. Bunların tasfiye edilerek mal
varlıklarına el konulması her iki sorununda kısa yoldan çözümü olacaktı. Adeta
sırtlan payından yaratılmak istenen Türk ulus devleti, önündeki tüm engellerin
kaldırılması için I. Dünya savaşı koşullarından yararlanarak 1914 ile 1923
yılları arasında İttihatçılar tarafından Hıristiyan halklara karşı etnik
temizlik operasyonu başlatılır. 24 Nisan 1915 tarihinde Talat paşa tarafından
verilen bir emirle Ermeni halkının önde gelen isimleri, yazarları ve aydınları
tutuklanır. Daha sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde tehcir kanunu çıkartıldığında
tutuklanan tüm yazar ve aydınlar katledilir. Daha sonra ise Ermeni halkına
tehcir uygulanır. Bu politikalar sonucu yaygın kanı 1- 1.5 milyon Ermeni’nin
katledildiğidir. Geride kalanlar ise Osmanlı toprakları dışına sürülürler. Bunun yanı sıra Ermenilerin tüm mal
varlıklarına ve yerleşim birimlerine el konulur, boşalan yerleşim birimlerine
dışardan getirilen muhacirler yerleştirilir. Rumlara karşı da “1914 yılının
yaz mevsiminde hükûmet ve ordu yetkilileri tarafından desteklenen Teşkilat-ı
Mahsusa, askerlik çağında olan Trakya ve Batı Anadolulu Rum erkekleri işçi
taburlarına aldırdı ve bunların yüz binlercesi öldü. (16) Yüzlerce mil
mesafeden İç Anadolu’nun içine sevk edilen bu askerler yol yapma, bina yapma,
tünel kazma ve diğer saha çalışmasında istihdam edildi. Fakat onların sayısı
yoksulluk ve kötü muamele ya da Türk muhafızları tarafından düpedüz
katledilmesiyle büyük ölçüde azaldı. Bu zorla askere alma programının kapsam
alanı daha sonra Pontus dahil olmak üzere Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerine
genişletildi. (17) Rum erkeklerin zorla askere alınması, genel nüfusuna
yönelik katliamlar ve ölüm yürüyüşleri de dahil olmak üzere sürgün ile
tamamlandı. Rum köy ve kasabaları Türkler tarafından kuşatılıp komşular
tarafından öldürülecektir. Örneğin, “12 Haziran 1914 tarihinde Batı Anadolu’da
Smyrna (İzmir)’nın 25 mil kuzeybatısında bulunan Phokaia (Yunanca: Φώκαια,
İzmir/Foça)’da erkek, kadın ve çocukların ölüleri bir kuyuya atıldı. (18)
Rumlara karşı başlatılan tehcirin Ermeni tehcirinden geri kalır yönü yoktu.
Kimi kaynaklara göre yüzbinlerce Rum katledilir ve 1 milyondan fazlası da ülke
topraklarının dışına sürülür. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı görevlisi
George W. Rendel’e göre, “1918 yılına kadar 500.000’den fazla Rum sürgün edildi
ve orantılı olarak bunların az kısmı hayatta kaldı. (19)
Aynı tarihlerde Asurilere karşıda tehcir politikası
uygulandı Rum ve Asuri katliamları ağırlıkta Ermeni katliamının gölgesinde
kaldığı için çok fazla gündem olmadı. Bu dönemde kimi kaynaklara göre “Toplam
ölü sayısı 270 bin ila 300 bin arasındadır. (20)
Modern Türk ulus devletinin oluşumu için tehlikeli görülen
tüm halklar tasfiye edilmiştir. Geriye kalanlara yönelik ise yapay olarak
oluşturulmaya çalışılan Türk milliyetçiliği içinde eritme politikası esas
alınacaktır. Bu politikalardan Kürtlerde fazlasıyla paylarını alacaklardır.
Belki Hıristiyan halklara karşı uygulanan toplu katliamları Kürtlere uygulamayı
göze almamışlardır. Bunda Kürtlerin geniş bir araziye yayılmış olmaları, daha
büyük bir nüfusa sahip olması ve yönelindiğinde isyan potansiyellerin
olmasından kaynaklı cesaret edilmemiştir. Fakat Kürtleri de uzun soluklu
politikalara tabii tutarak yeri geldiğinde katliamlar, sürgünler ve daimi bir
şekilde kültürel soykırıma tabi tutmuşlardır. Kürtlerin Türkleştirilmesi temel
bir amaç olarak güdülmüştür. Mecburi iskan yasalarıyla Kürdistan’da ulusal nüve
taşıyan ve etkin olan şahsiyetler yerlerinden edilerek Türkiye şehirlerine
sürülürler. Özelikle her isyandan sonra isyan bölgesi adeta ablukaya alınarak
önce katliamdan geçirilir, daha sonra geri kalan nüfusun ağırlığı sürgüne gönderilir.
Köyler ve yerleşim birimleri yakılıp yıkılır. Kürdistan’dan göçe zorlanıldığı
gibi Kürdistan’ın içlerine doğru dışarıdan getirilen nüfus iskân edilir.
Tehcir kanunlarıyla yerlerinden ve yurtlarından edinilen
Ermeni ve Asuri halklarının Diyarbakır ve Mardin’de ki demografik yapıların ne
derecede değiştirildiğine dahil aşağıdaki tablo fikir verecektir.
Yarın: I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Diyarbakır’da
Hristiyan nüfusu
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
0
21
TR
HE
:” ”
:””
” “,” ”