19 Şubat 2010 Cuma Saat 09:14
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Ortadoğu’nun 11. yy’daki durumuna baktığımızda zayıf,
paramparça, kendi içinde çatışmalı
küçücük beylik ve devletçilikler İslam imparatorluğunun gövdesini
parçalamaktaydı. Artık Abbasiler sadece Bağdat ile sınırlı kalmış, Bağdat
Halifesi sembolik bir anlamın ötesine gitmemekteydi. Mısır Fatımi’lerin
elindeydi.
Diğer yandan ise, Doğu’dan gelen Selçuklular İran, Anadolu
ve Suriye’yi ele geçirme aşamasındaydı. Selçuklular ve Fatımi’lerin yanı sıra,
farklı farklı küçük devletler vardı. Ve hepsinin arasında sürekli savaş
mevcuttu. Ara sıra bunlarla Bizanslılar arasında savaşlar yaşanmaktaydı. Kısaca
diyebiliriz ki, Ortadoğu en zayıf, en karanlık bir döneminde hastalık, afet,
yoksulluk içinde umutsuzluklarla boğuşmaktaydı. Batı ise farklı farklı
beyliklerin arasında kanlı savaşlar yaşıyordu. Kilisedekiler derebeylerin
gücüne dayanarak, kendilerini yaşatmaktaydılar. Bu feodal kesim ise, kilise ile
kendi aralarındaki çıkar bağlarını çok güçlü oluşturmuşlardır. Kilise ve papa
dini görevlerden çok siyasi ve devlet işleri ile uğraşmaktaydılar. Diğer
yandansa afet, yoksulluk, hastalıklar ve toplumsal bunalım Avrupa’yı
pençelerine almaktaydı. Avrupa’daki hükümdarlar ise tüm bunlara rağmen yeni
toprakları sömürülerine açmaya yönelik çabalamaktaydılar. Bu nedenle Doğu’ya
doğru ilerleyeceklerdi.
Doğu’da Abbasilerin zayıflığı Avrupalıları teşvik ediyordu.
1095 yılında Papa II. Orpan, Avrupa’nın önde gelen şahsiyetlerin ve kralların
bulundukları bir toplantıda konuşarak Haçlı Seferlerine başlamasına karar
verildi. Bu haçlı seferlerinde, Kudüs’ü Müslüman’ların elinden kurtarma
propagandası yapılsa da, amaçları öz olarak Ortadoğu’daki ekonomik imkanları
ele geçirmek ve ticaret yollarını denetimlerine almaktı. Böylece farklı dilden,
kültürden ve ırktan bir araya gelen on binlerce-yüz binlerce Avrupalı, Haçlı
Seferlerini oluşturmuş oldular. Hatta cezaevindeki hırsızları ve haydutları
serbest bırakarak, bu orduya kattılar. Uzun bir savaş hazırlığından sonra,
farklı ve çeşitli kollardan Doğu’ya yol aldılar. Doğu şehirlerini birer birer
düşürmeye başladılar. 15 Temmuz 1099’da 5 haftalık kuşatma sonrasında Kudüs’e
giriş yaptılar.
Haçlılar Kudüs’e girer girmez eşi benzeri olmayan vahşice
bir katliam gerçekleştirdiler. İbn-i Haldun’a göre sadece camilerde 70 binden
fazla insanı kılıçtan geçirerek katlettiler. Kudüs caddelerinden kan sel gibi
akıyordu. Bütün camiler kiliselere çevrildiler. Ve Kudüs Haçlı Kraliyeti
kuruldu.
En acı durum ise, bu kadar saldırılara rağmen İslam devlet
ve devletçiklerinin tümü bu saldırı ve katliamları birer seyirci olarak
izlemekteydiler. Tek başlarına olmaları, onları Haçlılar için kolay yutulacak
lokma yapıyordu. Fatımiler, Abbasiler, Selçuklular, Hamidiler, Atabeyliler
hepsi de Kudüs’ü veya işgal altındaki herhangi bir yeri kurtarmak için, Haçlı
Seferlerine karşı mücadele-savaş açma gücü ve stratejileri olmadıkları gibi
aralarında bir birliktelikleri de yoktu. Avrupalılardan oluşan Haçlı Bayrakları
altındaki birlikler bütün Ortadoğu’yu bir ürküntü içinde bırakıyordu. Bu
nedenlerden dolay çok sayıda Müslüman hükümdar haçlıların yandaşı olmayı tercih
etti.
Kudüs’ün düşmesinden sonra 40 yıla yakın, yani 1137 yılında
Revandi aşiretinin önde gelen isimlerinden Necmettin Eyyub’ün ailesinden bir
çocuk dünyaya geliyor. Çocuğun ismi
Yusuf olurken, lakabı ise Salah Eldin yani ‘Dinin Müslühü’ demektir. O bir
Kürt’tür ve Kürtlerin bütün özelliklerini taşımaktadır. Tasavvuf ve dini
tartışmalarda kendini bulmaktadır. Babası Necmettin ve amcası Şergo Tikrit
Musul, Halep, Şam, Mısır yollarında Kürt savaşçıları ile Suriye Sultanı
Nurettin Zengi’nin bayrağı altında savaş vermekteydi. Ve gittikçe gösterdikleri
kahramanlık, elde ettikleri başarıları ve zekalısı ile önde gelen en yüksek
devlet kademelerinde yer almaktaydılar. Bu savaşçı ailenin bir neferi olan genç
Selahattin savaştan, şiddetten, politikadan hep kendini uzak tutmayı tercih
etmekte ve tasavvufçu tarikatların Şeyhleriyle derin tartışmalara girmektedir.
O hiçbir zaman kendisini nasıl bir kaderin beklediğini tahmin etmemektedir.
Fakat güçlü, yiğit ve yılmaz bir savaşçı olan Şergo Mısır seferinde Selahattin’i yanına alarak
savaşa götürür.
Mısır’da, Selahattin
savaşla ve amansız zorluklarla tanışır. Seferden sonra Şam’a geri dönüp yüksek
bir görev alır. Ondan sonra da Mısır’a karşı iki sefer daha yapar ve Mısır’ı ele
geçirdikten sonra Baş vezir olur. Fatımiler devletini yıktıktan sonra da tek
başına Mısır Sultanı olur. Mısır’da Kürt’ler den oluşan güvenilir ve savaşçı
bir ordu çekirdeği kurar. Bu orduyla da kendi kardeşlerinin yardımıyla Sudan,
Libya ve Yemeni fetheder. Böylece ordusu da gittikçe büyür. Bir kaç yıl sonra
Şam’da ki Sultan Nurettin Zengi ölür. Ve Suriye’de varislerin arasında büyük
bir kavga çıkar. Sonunda Selahattin müdahale eder. Şam’da hakimiyeti kurar.
Artık onun hayali en kısa dönemde Mısır ve Suriye’yi birleştirmektir. Ama bu
kolay gerçekleşecek bir hayal değildir. Çünkü varisler arasında Suriye parça
parça edilip, küçücük devletçikler kurulmuştu. Bu devletler kendi aralarında
kavgalı olmakla birlikte, Selahattin’in genişletme stratejisine karşı şüpheli
ve korku ile bakmaktaydılar. Çok sayıda savaş, diplomatik çalışmalar, baskı ve
ittifaklar ardından bütün Suriye’yi hakimiyetinde birleştirir. Böylelikle
Kürdistan’a yol alır. Burada da yine savaş ve ittifaklarla Musul, Sincar,
Hasankeyf, Farkin, Amed, Harran ve birçok yeri denetimine alır. Resmi olarak
dünyada Müslüman lideri olarak tanınan Bağdat’taki Abbasi halifesinden onay ve
tebrik alır. Böylece Mısır ve Suriye diyarlarının en güçlü sultanı olur
Selahattin. 30 yıllık amansız mücadelenin ardından, çekirdeğini Kürtlerin
oluşturduğu Mısırlılar, Sudanlılar, Türkmenler ve Araplardan oluşan bir ordu
kurar. Kendi amcalarını, kardeşlerini ve amcaoğullarını her yerde vali ve ordu
komutanları olarak atar. En güvendiği savaşçıları özellikle Kürtlerden seçip
Salahiyet adlı sultan muhafızları oluşturur. Bütün savaş ganimetlerini komuta
ve savaşçılarına bağışlar. Ve fethettiği her yerde, vergileri kaldırır. O hep
ordusunun ve halkının sevgisini kazanmaya çalışmakta ve bütün müttefikleri
savaş için çağırdığı zaman, ister Musul, ister Kürdistan, ister Mısır’dan
ordular Selahattin’in yardımına koşarlar ve bayrağının altında savaşa giderler.
Artık Selahittin’nin tek bir hayali kalır. O da haçlılara
karşı büyük bir savaş ilan edip, bütün Ortadoğu’yu onlardan temizlemek ve
Kudüs’ü kurtarmaktır. Bu amaçla Cihat El Mukkades ilan eder ve ilk kez Haçlı
Bayrağı altında, Doğu’nun ele geçirilmesi için birleşen Batı’lı Hıristiyanlara
karşı Selahattin’in güneş resimli bayrağı altında bütün Ortadoğu birleştirilir.
Haçlıları, Doğu’ya yayılma isteklerinden caydırır. Ve onların etrafında büyük
bir hilal çizer. Artık farklı farklı savaşlarla Suriye, Lübnan ve Filistin
sahillerinde bulunan Haçlı şehirleri ve kaleleri düşürülür. Savaşların çoğunda
zafer elde eder. Selahattin’in zafer kazanmasının en temel nedeni, O’nun
emsalsiz askeri zeka ve taktikleridir.
Selahattin sadece bir savaş dahisi, kılıç seven, kan döken
bir insan değildi. Barışı, adaleti ve mertliğiyle de tanınırdı. Sürekli
düşmanlarına diyalog ve ateşkes yollarını açmak temel çabası olmuştur. O, bu
özellikleri ile sadece bütün İslam aleminde emsalsiz bir sultan olarak nam
salmadı. Aynı zamanda, düşmanları tarafından da saygıyla anılan bir ün sağladı.
Her zaman barış antlaşmaları imzalardı, fakat her seferinde düşmanları bu barış
antlaşmalarını suiistimal ederek, ayaklar altına alarak aykırı davranmışlardır.
Bu tekrarlanan barış antlaşmalarının Haçlılar tarafından ayaklar altına
alınması nedeniyle, Selahattin için büyük bir savaş ilan etme gerekçesi oldu.
Selahattin 30 yıl boyunca hep savaş meydanlarında kalarak,
22 Avrupalı krala karşı 74 farklı farklı savaşta 50 den fazla şehir
kurtarmıştır. Mısır’da büyük bir Filo kurmuş aynı zamanda Filistin’deki
Haçlıları kıskaca almıştır. Hattin
Savaşı için uzun vadeli ve çok sabırlı bir strateji-mücadele çizgisi
belirlemiştir. Avrupa’dan gelip Filistin’de devletleşen Haçlıları tek başına
bırakmak için, Bizans’la bazı antlaşmalar imzalamış. Bu antlaşmaya göre,
Bizanslılar Haçlılara yardım etmeyeceklerdi. Ve buna benzer antlaşmalar Gürcistan
Kraliyeti, Ermenistan ve Antakya
Kraliyetleri ile de imzalamıştır. Diğer yandan ise, Haçlı seferlerindeki
baronların kendi aralarındaki çekişmeleri ve çelişkileri beslemiş ve teşvik
etmiştir. Böylece onların birbirine girmesine zemin vermiştir. Ve hatta bazı
baronları kendine taraf yapıp işlemiştir.
Selahattin askeri açıdan her zaman istihbarata büyük önem
vermiştir. Hiçbir zaman bilgisiz ve net istihbarat olmadıkça bir adım
atmamıştır. Her yerde ajan ve istihbarat ağları kurmuştur. Diğer yandan ise,
çok hızlı ve güçlü bir posta sistemi oluşturmuştur. Bu sistem sayesinde her
zaman diğer komutanları ile bilgi alış veriş içerisindeydi. İstihbaratın yanı sıra, psikolojik savaş ve
propagandayı çok iyi yaparak işlemiştir.
Hatta bazen askeri üstünlüğü ile değil, psikolojik savaşla düşmanlarını
alt etmiş ve zafer elde etmiştir. Tabi Selahattin her zaman topografya ve arazi
seçmede büyük bir özenle seçici yaklaşmış ve düşmanlarını tahrik edip
yönlendirerek istediği araziye çekmiştir.
Bütün bu hazırlıkların, Hattin Savaşı sırasında meyvelerini
vermiştir. Tabi Hattin Savaşı gelmiş geçmiş en büyük ve ustaca yapılan
savaşlardan biridir. Hattin Savaşı üzerinden tam sekiz asır geçse de hala
askeri strateji araştırmacıları tarafından hayretle değerlendirilmekte, incelenmektedir.
Bu savaş, Selahattin’in Haçlı seferleri zaferlerin en doruğudur. Ve en son
zafere doğru giden, ilk ve en önemli kapıdır.
Arnat ( Renalt De Chatillon ) adlı haçlı baronunun hiçbir
zaman imzaladığı barış antlaşmalarına saygı göstermezken, 1186’da Mısır’dan
gelen bir kervana saldırarak bütün neferleri esir almıştır. Selahattin’in
neferleri serbest bırakma uyarısı ve eşyaları iade etme talebine karşı ret
cevabı verilmiştir. Bu cevap, 1180’li yıllarda imzalanan barış antlaşmasının
resmen sona erdiği anlamına gelmekteydi. Böylece Selahattin, 25 binlik bir
orduyla 1187 İlkbaharında Filistin’e doğru yol aldı. Yolda, önüne çıkan çok
sayıda kaleyi aştı. Hattin tepesi yakınlarında üslenerek Haçlıları istediği
araziye çekmeyi dahiyane bir şekilde planlayıp uygulamaya başladı. Temmuz’un
inanılmaz sıcağını, Haçlılar için adeta cehenneme çevirdi. Ürdün nehrini işgal
edip, Haçlı ordularını sudan mahrum bıraktı. Arazideki bütün ağaç ve bitkileri
yaktı. Bütün çeşmeleri kapattı. Ve
onları tahrik etme amacı ile bazı kararlar aldı. Küçük müfrezelerle saldırıp,
kaledekileri Haçlı ordusundan yardım talebinde bulunmaya zorluyordu. Orduyu
konumlandığı Safori’ye tepesinden çıkarmıştı. Sonunda bu hile başarılı olmuştu.
Ve Haçlı ordusunu Hattin yakınlarındaki düz ovaya çekti. Düm düz arazi ve
Temmuz’un sıcağının yanı sıra, ordu susuzluktan bitkin düşmüştü.
4 Temmuz 1187’de amansız çarpışma başladı. Kürt
savaşçılarının kılıç darbelerinin yanı sıra sıcaklık, susuzluk ve yakılmış
otların dumanları adeta Haçlıları ölmeden önce yüz kere öldürüyordu. Rüzgar Selahattin güçlerinin tarafından
estiği için, Haçlılar da Hattin tepesinde sıkıştıklarından Selahattin’in
askerleri kurumuş araziyi ateşe verince, rüzgarlar alevleri ve dumanları tepeye
doğru sürüyordu. Böylece düşman kendini bir ateş çemberinde gördü. Ateşten
kaçanlar, Kürtlerin kılıç ve oklarıyla karşılaşıyorlardı. 7 saatlik amansız
çarpışmadan sonra, Haçlıların krallık sancağı yere düşmüştü. Ve kralın kendisi
de esir alınmıştı. Böylece Selahattin 25
bin askeriyle 60 binden fazla haçlı ordusunu alt-üst etmişti. Çok sayıda baron,
kral, prens, papaz ve tapınak şövalyeleri esir düşmüşlerdi. Esirler arasında Baron Arnat’ta yer alıyordu.
Selahattin kendi eliyle Arnat’ın başını keseceğine ant içmişti. Ve çatışmanın
ardından Arnat’ı Müslümanlığa davet ederek işlediği günahları ve suçları için
af dilemesini teklif etti. Lakin Baron Arnat, bu teklifi ret ederek ve
peygambere küfür içeren sözler sarf ederek, ölümünü bir nevi kendisi
gerçekleştirmişti. Bunun üzerine Selahattin yerinden kalkarak kılıcıyla
kafasını uçurmuştur.
Bu büyük başarı ve zafer ardından Kudüs yolları açılmıştı
artık. Ve Haçlılar büyük bir zarar görmüşlerdi. Dayanacak hiçbir güçleri artık
kalmamıştı. Savaşın ardından Tarablos, Akka, Beyrut, Seyda, Yafa, Kisariya ve
Askalan Selahattin ordusu tarafından birer birer fethedildi. Ve Haçlıların en
önemli dayanak noktaları ve kaleleri ele geçirildi. Selahattin aynı yılın
Eylül’ünde Kudüs’ü kuşatmaya aldı. 6 günden sonra, yani Ekim’in 2’sinde Kudüs
fethedildi. Bu da Ortadoğu’da ve İslam dünyası için fetihlerin fetihi idi. Bu
fetih, Selahattin için, Ortadoğu halkları için büyük bir umut kaynağı
olmuştu. İslam diyarının her camisinde,
Selahattin’in adıyla hutbeler okunuyordu. Güneş resimli bayrağını taşıyordu,
bütün camilerin kubbeleri. Selahattin’in en unutulmaz yanlarından birisi de,
Kudüs fethinden sonra Hıristiyan Haçlılara göstermiş olduğu merhamet ve hoşgörü
olmuştur.
Hattin savaşı Selahattin ordusunun bütün doğu halklarına,
Haçlı krallarına, tapınak şövalyelerine ve papazlar ordusuna yılmaz bir ordu
olduğunu göstermiştir. Doğu halkların birlik ve beraberlik içinde hareket
etmeleri halinde, büyük bir güç olduğunu ve istenirse bütün dünya ordularını
alt-üst edebilecek yetenekte olduğu kanaatini geliştirmiştir bu savaş.
Müslümanların, beyin ve ruhlarını birlikte kullanmaları halinde zafer
kazanılacağı da ispatlanmış oldu. Lakin bu zafer sonrasında Selahattin cihat
yolunda sapmadı. Ve mücadeleye son soluğuna kadar devam etmekte oldukça
kararlıydı.
Selahattin savaşırken hiçbir zaman eğitimi, fikri ve
toplumsal gelişmeleri ihmal etmemiştir. Gittiği her yerde, her caminin yanında
bir okul açmıştır. Fikirlerin tartışıldığı, geliştirildiği tasavvuf yerleri
örgütlemiştir. Aynı zamanda vergileri kaldırmış, halkın refahı için çaba
harcamıştır. Bütün bunları yaparken kendisi için hiçbir şey yapmamıştır. Hatta bu büyük sultan, 4 Mart 1193 yılında
Şam’da 57 yaşında yaşamını yitirdiğinde, özel kasasında sadece birkaç dinar
bulunuyordu.
Selahattin, Hattin savaşı ile Haçlıları ve Batı’nın Doğu’ya
yayılmasını caydırmış ve Doğu’nun ruhunun, kültürünün temsil edilmesini zafere
taşıdı. Böylece altı asırdan fazla bir zaman diliminde, Batılılar bir daha
Doğu’ya geri dönüşü düşünmediler. Çünkü Selahattin’inin korkusu, gölge gibi
onların emellerini takip etmekteydi. Selahattin, Batılıların belleklerinde o
kadar etki yapmıştı ki artık Doğu’yu sadece Selahattin’de görmekteydiler.
700 yıl aradan sonra, Fransızlar Suriye’ye girer girmez,
General Goro’nun ilk elden Selahattin’inin mezarına giderek ‘Ey Selahattin kalk! Yine biz geldik!’ demesi
boşuna değildi.
Polat Can
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info