30 Ocak 2010 Cumartesi Saat 19:09
12.00
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Tarihten günümüze kadın ve toplum, ‘hukuk düzeni’ tarafından
en fazla sömürülen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, adına
‘hukuk’ dediğimiz gerçeklik içerisinde kadın ve toplum, adeta kendisini tarihin
en çirkin oyunuyla karşı karşıya bulur. Bu bakımdan tüm çağların temel
toplumsal sorunu olarak karşımıza çıkan kadın özgürlük sorunu, aslında en büyük
darbeyi bu hukuk oyunuyla almıştır. Nitekim var olan toplumsal krizin en temel
nedeni olarak vuku bulmuş olmasına rağmen, kadın özgürlük sorununa getirilen
‘hukuki çözüm’ün, kâğıt üzerinde gerçekleşen biçimsel bir eşitlikten öteye
geçememiş olması, bunun en açık göstergesidir.
Dolayısıyla, hukuk alanında yapılan bu biçimsel
düzenlemelerin, kadın açısından fiili bir eşitliğin sağlanması olarak
düşünülmesi çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü tersine, kadının erkeğe sözleşme
ile bağlanmış bir cinsel obje konumuna taşırılmasını ifade eder ki bu da
Sümerlerin tapınak fahişesine dönüştürdüğü ana-kadının, son kertede hukuk tarafından
bir evrensel fahişeye dönüştürülmesi demektir.
Nitekim evrensel hukuk açısından da baktığımızda ‘Üç Kuşak
Hakları’nın tanımı ve gelişiminin, yalnızca erkeklerin yaşam deneyimleri ve
önceliklerini temel aldığını gözlemlemekteyiz. Bu haklarda kadının toplumsal
gerçekliği ve kadınların karşı karşıya bulunduğu risk-tehlikeler, hiçbir
şekilde dikkate alınmamaktadır. İşte bu nedenle feminizm, ‘kadınların insan
hakları sorunu’nu gündeme getirmiş, hatta bundan dolayı da kadınların hukuk
mücadelesi olarak anlamlaşmıştır.
Bu bakımdan yeni bir yargı sistemi arayışı, bilhassa
kadınlar için en az feminist çevrelerin hukuku sorunsallaştırma çabaları kadar
değerli ve bir o kadar da aciliyet arz eden bir ihtiyaç olarak önümüzde
durmaktadır. Ama öte taraftan yeni bir yargı sistemi arayışının doğru
gelişebilmesi için, öncelikle erkek egemen sistemin öğrettiği ezberin dışına
çıkıp, hukukun gerçek doğuş nedenlerini tespit etmek ve bu anlamda hukukun
tanımını yeniden yapmak gerekir.
Hukuk ve Doğuş Nedenleri
Bilindiği üzere hukuk için yapılan en genel geçer tanım,
idesi ve ideali toplumsal adaleti sağlamak olan kurallara dayalı bir düzen
olduğudur. Bu anlamda hukukun kendisini gerçekleştirmesi üç fonksiyon üzerinden
olmaktadır bunlardan birincisi Düzen fonksiyonudur. Hukukun bu fonksiyonu ile
anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenlemesi ve bunun için
toplumsal barış-güvenliği sağlamasıdır.
Buna göre hukuk, her şeyden önce bir düzen (daha doğrusu
yeni bir düzen) olarak anlam kazanmaktadır. Fakat hukukun öngördüğü bu düzen,
toplumun doğal yapısına uygun olarak gerçekleşmiş fiili bir düzen değildir
yani burada toplumsal hakikatin varlık kazandığı düzenin devamlılığını sağlamak
değil, toplumun hangi hakikatler üzerinden varlığını sağlaması gerektiğini belirleyen
ve topluma, “Benim belirlediğim hakikatlere uy ve yalnızca benim hakikatlerimi
gerçekleştir buyruğu ile seslenen yeni bir düzen söz konusudur. Bu anlamda
toplumun karşısına yalnızca kabul edilmesi ve uyulması gereken, doğruluğu
tartışmasız bir toplum-üstü kurallar düzeni olarak çıkan hukuk, var olan
toplumsal yaşamı düzenlemekten çok, topluma dıştan kendisini dayatan bir düzen
olarak anlam kazanmaktadır. Bu nedenle de yaratmak istediği düzeni
gerçekleştirmesi ancak güç kullanımıyla mümkün olabilmekte ve toplumsal
barışı-güvenliği sağlaması da oldukça zorlaşmaktadır çünkü toplumun özgürlük
karakteri, kendisine dıştan dayatılan her şeye karşı doğal bir meşru savunma
refleksi içerisindedir.
Buna karşın Hukuk, ikinci işlevi olarak toplumsal ihtiyaçların
karşılanması fonksiyonunu gerçekleştirir. Böylece gelişen toplumsal refleksi
engellemeye çalışır. Bu anlamda Pratik yarar fonksiyonu (yani toplumsal
ihtiyaçların karşılanması), hukukun ikinci fonksiyonu olarak karşımıza çıkar
bu fonksiyonu ile hukuk doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayların
tümünü çeşitli hükümlere bağlar.
Buna göre hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik
belirler. Ancak toplumsal hakikatleri inkar edip, topluma kendi hakikatlerini
dayatan hatta bunun için zor araçlarını devreye koyan bir anti-toplumsal
gerçeklik olarak hukukun, bu haliyle toplumsal ihtiyaçlara cevap olması mümkün
değildir. Ayrıca hukuk kurallarının özündeki kesin emir, genelleme ve soyutluk
öğeleri, toplumsalın doğasıyla olduğu kadar toplumsal ihtiyaçla da birebir
çelişmektedir. Çünkü bu öğeler, toplumsalın somut gerçekliğindeki özgürlük ve
çeşitlilik unsurlarını inkar eder ki bu da hukukun bir eşitlik sorununa yol
açmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla hukuk, bağrında taşıdığı eşitlik
sorunuyla, toplumsal ihtiyaca cevap olmaktan çok, çok uzaktır.
Bu nedenle hukuk, üçüncü fonksiyonunu, Adalet olarak
gerçekleştirmeye çalışır. Buna göre hukuk, toplumsal ihtiyaçları, özü salt bir
eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gidermeye gayret eder. Ancak
toplumun iradesine hükmeden ve toplumsal çeşitliliği inkar eden bir emir düzeni
olarak hukukun, bu haliyle toplumsal adaleti sağlaması gerçekçi olmanın da
ötesinde, ironiktir! Çünkü burada topluma, hukuka uyma ve onun emrettiğini
uygulama dışında hiçbir hak tanınmamaktadır. Dolayısıyla da toplumsalın
özgürlük karakterine vurulduğunda, hukukun taşıdığı bu öz, kesinlikle
anti-toplumsaldır. Ve bir anti-toplumsalın, toplumsal adaleti sağlaması da
ancak bir ironi veya bir aldatmaca olabilir.
Bu durumda hukukun idesi ve idealiyle kendisini bir adalet
düzeni olarak sunması, kesinlikle yeniden sorunsallaştırılmayı
gerektirmektedir. Zira bu gerçekliğiyle hukuk, asla eşittir adalet olamaz.
Çünkü Adalet, bir eşitlik düşüncesidir, bu ise tamamen ahlakiliği gerektiren
bir durumdur. Daha da somutlaştırırsak, adalet soyut yasaların anlamını aşan
ahlaki bir kavramdır bu kapsamda erdem ve fazilet anlamında ahlaki bir
özelliği deyimler. Ahlakilik ise tamamen toplumsal bir olgudur. Toplumsalın
doğal örgütlülüğü ve eşitlik düşüncesidir. Dolayısıyla kendisini toplum-üstü
inşa eden hukukun, dıştan dayatma toplum-üstü kurallarıyla toplumsal eşitliği
sağlaması gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Nitekim günümüz
gerçekliği, bunun açık bir göstergesidir.
O halde hiçbir hukuk düzeni, toplumsalın ahlaki ve politik
hakikatini (yani toplumun doğal yapısını-düzenini ve bundan ileri gelen
toplumsal ihtiyaçlarını) görmezden gelerek, bir toplumsal düzen
gerçekleştiremez ki hukukun kendisini gerçekleştirdiği her üç fonksiyonunu da,
ancak ve ancak zor kullanarak gerçekleştirebilmesi, bunu açıkça doğrulamıştır.
Bu durumda herhangi bir hukuk düzeninin veya genel anlamda
hukukun, toplumsal sorunlara (toplumsal krize) çözüm getirmesini beklemek,
tarihi olduğu kadar, günceli de doğru okumamak olur ki toplumsal tarih doğru
okunduğu vakit, hukukun, aslında toplumsal krize çözüm getirmek için değil,
tersine bu krizi yaratan etmenleri (devlet ve sınıfsal gelişme) meşru kılmak ve
sürekliliklerini sağlamak için geliştirilmiş olduğu, rahatlıkla
anlaşılabilmektedir.
Dolayısıyla hukuksal tarihin doğru bir sunumunun, hem
hukukun kendisine hem de onun güncel sorunlarına güçlü bir ışık tutacağı
kesindir. Bu bağlamda hukuku sorunsallaştırma çabalarını, hukukun kendi
idealiyle çelişen temel noktalar üzerinden değil de, daha çok onun tarihsel
temeli üzerinden yapmaya çalışmak, en doğru yöntem olacaktır. Tabi bunun için
resmi ideolojinin (sistemin) öğrettiği tarih ezberinin dışına çıkıp, hukuku
toplumsal tarih (evrensel tarih) içerisinde bir yerlere oturtmak, yapılması
gereken en öncelikli şeydir. Zira hukukun tarihsel gelişiminin, aslında hiç de
resmi ideolojinin ezberlettiği gibi olmadığını açığa çıkaran toplumsal tarih,
hukukun doğuşunu Atina ve Roma’dan değil, çok daha gerilerden, Sümerlerden başlatmaktadır.
Hukukun Sümerlere Uzanan Serüveni
Buna göre hukuk, esas olarak Sümer uygarlığında baş gösteren
ilk devletleşmeyle (Sümer şehir-site devleti) birlikte gelişen sınıflaşmanın
(toplumsal bölünme), bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İlk devletleşmeyle
birlikte gelişen sınıflaşmanın toplumu parçalamasından kaynaklı anti-toplumsal
karakteri, bir toplumsal krizin (toplumsal refleksin-direnişin) doğmasına yol
açmıştır bu da devletli-sınıflı gelişmeyi sekteye uğratabilecek bir durum
olarak, yoğunlaşan eril iktidar tekelini, toplumsal iradeyi dizginleyebilecek
daha etkili bir araç bulma arayışına götürmüştür. Bu arayış ise toplumsal
iradeyi teslim alan mutlak yasaların keşfedilmesiyle sonuçlanmıştır.
Bundan sonraki süreç ise, artık bu yasaların, Babil’den (son
Sümer hanedanı) Roma’ya kadar hukuk diyebileceğimiz sayısız kanun metinleri
şeklinde düzenlenmesidir.
Tabi buradaki sürecin en önemli ve kayda değer özelliği,
sürecin bilhassa kadını ve onun yaratıcısı olduğu toplumsallığı hedefleyerek
gelişim göstermiş olmasıdır. Zira Sümer kent-devleti son tahlilde, ‘kurnaz ve
güçlü adam’ın (şef-rahip-şaman üçlüsü= ilk kapitalist), var olan anaerkil
toplumsallığa karşı, ana-kadının 10 bin yıllık tarihsel mirasını (toplumsal
değerlerini) gasp ederek, onun üzerinden kendisini muazzam büyüklükte bir zor
aracı (kent-devleti) olarak örgütlemesidir. Dolayısıyla Sümer kent-devletinin
bir toplumsal krizle sonuçlanması, bu gerçeklikle çok yakından bağlantılıdır.
Çünkü ‘kurnaz ve güçlü adam’ın güç kullanma ve gasp etme yoluyla kadın üzerinde
geliştirmeye başladığı hiyerarşisinin bir nevi kurumlaşması olarak anlam
kazanan bu yeni gelişme (Sümer kent-devleti), toplumun en kutsalı ve yaratıcı
gücü olan ana-kadının düşürülmesi-ele geçirilmesi, toplum dışına itilmesi ve köleleştirilmesi
pahasına gerçekleştirilmiştir. Bir başka şekilde ifade edecek olursak eğer
Sümer kent-devleti, kadına karşı geliştirilmiş bir tecavüz kültürünün (ki bu
kültür, daha sonraki 5 bin yıllık sürece yayılacaktır) somutlaşmış ifadesi
olarak anlamlaşmıştır. Bunu devletin etimolojik anlamından da okumak mümkündür
bilindiği gibi kökü Arapçadan gelen devlet, kelime anlamı olarak ‘ele geçirilen
bir kadınla yaşanılacak gece’ anlamından türemiştir. Çünkü ‘kurnaz ve güçlü
adam’ devlet olarak kurumlaştıkça, kadının teslim alınması gerçekleşmektedir.
Bu bakımdan Sümer kent-devletinin, toplum açısından krizli
bir durumu teşkil etmesi oldukça anlaşılırdır. Şu nedenle ki toplumun kutsalı,
onun toplumsal kimliğini oluşturan maddi ve manevi üretim değerleridir bu ise
varlık kazandığı andan itibaren, ana-kadının kutsallaştırılmasında (yani
tanrıçalaştırılmasında) ifadesini bulmuştur. Zira toplumsal kimliği oluşturan
bu maddi ve manevi üretim değerleri, Verimli Hilal’de gerçekleşen 10 bin yıllık
kadın devriminin (Neolitik devrim) değerleridir. Yani ana-kadının yarattığı
değerlerdir ve toplumsallık, bu değerlerle gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir
ki, milyonlarca yıl klan olmaktan kurtulamamış insan kümeleri, Neolitik
devrimin bu mucizesini (yani ana-kadının etrafında oluşan bu kolektif yaşamı
veya toplumsal inşayı) kutsamak adına, klanın toplumsal ifadesi olan totemin
yerine tanrıça figürlerini koyarak, kadını bin yıllarca sürecek bir kutsallık
mertebesine yükseltmişlerdir. Buradaki kutsallığın kaynağı, insanın beslenmesinde
kullanılan gıdalara verilen olağanüstü değerdir ki gerçekleştirdiği
toplayıcılık ve tarım devrimiyle toplumsal üretimin başat gücü haline gelen
kadının, bunun karşısında toplumun kutsalı olarak yüceltilmesi elbette
kaçınılmazdır. Öte taraftan burada kadın kutsallaştırılırken, bir nevi kadında
toplum kutsallaştırılmaktadır. Yani kadın, aslında var olan toplumsallığın
kaynağı ve sürdürücü gücü olarak kutsallık kazanmaktadır. Bu anlamda
kadın-toplum ilişkisi, ontolojik (varoluşsal) bir ilişkidir. Nitekim
doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati ve yaşamla olan bağıyla kadın, maddi ve
manevi olarak toplumsal yaşamın başat öğesi konumundadır. Dolayısıyla da
‘toplum’ demek aslında her şeyden önce kadın ve onun çocukları, kardeşleri
demektir. Bu nedenle de kadının düşürülmesi ve toplum dışına itilmesi, aslında
bizzat toplumun düşürülmesi ve kendisi olmaktan çıkarılmasıdır.
Tabi burada Sümer kent-devletinin, toplumun kutsalı
ana-kadına yönelmesinin, toplumsal ahlakla olan bağını da iyi görmek gerekir.
Zira ‘kutsallık’, toplumsal yaşam üzerinde etkide bulunan her şeye karşı huşu,
coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi ve saygı, bazen ise acı ve
ağlayış içinde gösterilen bir tutum olarak ahlakla çok yakından bağlantılıdır.
Bundan dolayıdır ki ahlak, toplumun kutsallarına (yani ana-kadının maddi ve
manevi yaratımlarına) bağlı kalmak ve onların sürekliliğini sağlamak olarak
anlamlaşır.
Dolayısıyla da kutsala yönelim, özünde ahlaka yönelimdir.
Bunun anlamı ise toplumun kutsalı olan kadına yönelimin, özünde toplumsal ahlaka
yönelim olduğudur. Çünkü yaşamla olan kapsamlı bağı itibariyle kadın için,
yaşamın güzelleştirilmesi olarak ahlak, varoluşsaldır. Bu anlamda insan
eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve
dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve
kararlaştırma gibi ahlaki durumlarda, kadının daha gerçekçi ve sorumlu
davranması, doğasının gereği olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan iktidar
tekelinin kadına yönelmesi çok bilinçli bir tercihtir bununla toplumun ahlaki
temelden yoksun bırakılması hedeflenmiştir. Ahlaki temelini yitirmiş bir
toplumun ise kriz halini alması kaçınılmazdır ki, devletli topluma geçişle
birlikte yaşanan da bu olmuştur.
Sonuç itibariyle adına hukuk denilen gerçeklik, esasta gasp,
şiddet, cinsiyetçilik ve eşitsizlik olgularının kurumlaşması olarak cisim
kazanmış eril iktidar tekelinin (devletin), ana kadının toplumsallığına karşı,
kendini meşru ve sürekli kılmasının bir aracı olarak anlam kazanmıştır. Zira
toplumsal irade, iktidar tekelinin gaspçı, zorba ve cinsiyetçi karakterini
kabul etmemektedir. Dolayısıyla eril iktidar tekelinin sürekliliğini sağlamak
için, toplumsallığın parçalanması (sınıfsal bölünme) gerekmektedir. Bu ise
ancak toplumsal ahlakın zayıflatılmasıyla mümkündür. İşte hukukun rolü de esas
olarak burada anlam kazanmaktadır. Kısacası adına hukuk denilen bu büyük ‘Sümer
icadı’, esasta toplumsal ahlakın yerini almak ve böylece ahlakın zayıflamasını
sağlamak gayesi ile gerçekleştirilmiştir. Çünkü toplumsal ahlakın zayıflaması,
toplumsal iradenin ve refleksin de teslim alınması anlamına gelmektedir. Zira
ahlak, toplumsal iradenin doğal örgütlülüğüdür, kolektif vicdanıdır bu anlamda
tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü ve hakkını gözeterek
davranan toplumsal bir yargı gücüdür. Dolayısıyla da toplumsal eşitliğin tek
güvencesidir.
Bu açıdan Sümer rahiplerinin (ideologlarının) ahlaka karşı,
adına yasa (hukuk) dedikleri bu büyük icadı gerçekleştirmeleri, ‘dâhiyane’
olduğu kadar kaçınılmazdı da! Çünkü ahlak, toplumsal eşitliği sağladığı sürece,
onların devletli-sınıflı gelişmeyi olası kılmaları mümkün değildi. Bu nedenle
hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın aşındığı, zorun rolünün arttığı ve
eşitlik probleminin yoğunca hissedildiği toplumlar olmuştur. Ancak buna rağmen,
Sümer hukuku, Sümerlerin son kent-devleti olan Babil’in yıkılışını
engelleyemedi. Çünkü toplumsal ahlak, kendisini büyük kabile-aşiret
direnişlerinde sürdürmeye devam etti.
Bu anlamda hukukun doğuşu ve tanımı itibariyle Sümer
örneğinin bize sunduğu sonuçlar, oldukça çarpıcıdır ve bu çarpıcı sonuçlar
üzerinden hukukun yakın tarihini çözümlemeye çalışmak, oldukça aydınlatıcı
olacaktır.
Bilindiği gibi, hukukun izlerine esas olarak Sümer devletli
toplumunda rastlamış olsak da, hukuk, ilk yazılı ve resmi ifadesini, Atina ve
Roma toplumlarındaki uygarlık aşamasında bulmuştur. Hatta yakın tarihiyle Roma
Hukuku, günümüz toplumlarının sorunları açısından en yakıcı örneği teşkil
etmektedir. Nitekim Roma toplumunun kent devletine dönüşmesiyle birlikte doğuşu
gerçekleşen Roma hukuku, Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen dönemine (MS. 565)
kadar da çağa damgasını vurmuş ve birçok evreden geçerek günümüz hukuku için de
temel olma işlevini sürdürmüştür.
Bu bağlamda Roma Hukuku, esas itibariyle Roma aristokrat sınıfının
iradesinin, toplumun diğer kesimleri üzerinde yazılı ve resmi bir kural düzeni
olarak ilanı ve uygulanmasıdır. Tabi Sümer rahip sınıfının yasa zihniyetini
(hukuku) geliştirmedeki amaçları (yani ahlakı zayıflatarak toplumsal iradeyi
teslim alma) göz önünde bulundurulduğunda, Roma hukukunun bu şekilde anlam
kazanmış olması, elbette ki hukukun doğası gereğidir. Zira Sümer hukuku da,
rahip sınıfının eril iktidarının meşruiyet aracı olarak anlam kazanmıştı.
Dolayısıyla hukuk, doğası gereği sınıfsaldır. Görevi ise, devlet olarak anlam
kazanan iktidar sınıfının çıkarlarını güvenceye almaktır.
İşte bu nedenle Roma hukukunun sonucu da, tıpkı Sümer’in son
kent-devleti olan Babil’in yıkılışı gibi, yüceleştirilen yeni sınıfın doğurduğu
eşitsizliklere (ahlaki parçalanmaya) karşı, bir tepki hareketine dönüşen
tarikat, kabile, aşiret ve kavim boylarının isyanları neticesinde gerçekleşen
büyük Roma’nın yıkılışı oldu. Çünkü Roma hukuku, Sümer’le başlayan toplumsal
bölünmeyi (sınıflaşma) en üst düzeyde resmileştirerek, süregelen toplumsal
krizi daha da derinleştirdi. Bu ise yükselen Roma’nın yıkılışı oldu.
Sümer Hukukundan Laik Hukuka Değişen ‘Hiçbir Şey’
Ancak buna rağmen Batı ulus-devletinin laik hukuku da
geleneği bozmadan, kendisini Roma hukuku üzerinden temellendirerek
anti-toplumsal (sınıfsal) karakterde bir gelişim seyrine sahip oldu. Böylece
diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi laik hukuk da, gelişen yeni iktidar
biçiminin (ulus-devlet) meşruiyet aracı olarak anlam kazandı. Bu nedenle
ulus-devlet, kendisini hukuk devleti olarak yansıtmaya büyük özen göstermekte
ve hatta kendisini hukukun ilk defa tam gerçekleşmiş hali olarak sunmaktadır.
Öyle ki ulus-devletin hukuk için en ideal çerçeveyi oluşturduğu iddia
edilmektedir.
Ancak bu gerçekliğin altında ahlâkî ve politik toplumun en
büyük inkârının yattığı kesindir. Keza ‘kurnaz ve güçlü adam’ın yeni iktidar
tekeli olarak anlam kazanan ulus-devlet, toplumsallığın ahlak ve dinle
bağlılığını alabildiğine gevşetmiş ve böylece toplumu her yönüyle iktidara tabi
kılmıştır. Öyle ki kapitalist tekelciliğin çıkarlarının süzülmüş ifadeler
bütünlüğü olan kurallarıyla (anayasa, yasa ve tüzükler dünyası), toplumsal
ahlâk ve politikaya neredeyse hiç alan bırakmamıştır. Laik hukuk, toplumun
alanlarına sızdıkça, ahlaki ve politik toplumda da aşılma gerçekleşmektedir.
‘Demokrasi’ ise bu kurallar bütünlüğü içinde adeta bir aldatmaca oyununa
dönüşmüştür.
Dolayısıyla laik hukukun diğer hukuk sistemlerinden farkı,
yalnızca iktidar sınıfının yerini burjuva sınıfının almış olması ve
kent-devletin yerine ise ulus-devletin geçmiş olmasıdır. Ayrıca bunların yanı
sıra bir de, toplumun kolektif haklarına karşılık, vatandaş bireyin (yani
devletin kul-köle bireyinin) haklarının öne çıkarıldığı ‘insan hakları’
yaftası, kendisine vurulmuştur. Ancak bu durum, sınıfsal özünü kesinlikle
değiştirmemektedir. Keza hukuk, genel anlamda devlet sınıflarının (özelde ise
burjuvazinin) ahlâk ve politikanın yerine egemen kılmaya çalıştığı toplumsal
bir kategoridir. Bu anlamda laik hukuk, yalnızca ulus-devletli toplumun
düzenleniş esaslarını oluşturmayı (yani devletin kul-köle vatandaşını
yaratmayı) ve yönetici sınıfın çıkarlarını, mal mülkünü ve güvenliğini korumayı
ifade eder ki, bu da günümüz çağdaş toplumunun ‘anayasası’ dedikleri
gerçekliktir.
Tabi buna rağmen laik hukuk, kendisine yamaladığı ‘insan
hakları’ etiketiyle, bunun tersini iddia ederek kendisini ‘tüm vatandaşların
haklarının güvenceye alınması’ şeklinde anlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak
tüm vatandaşların haklarının güvenceye alınmasının önündeki en büyük engel,
zaten laik hukukun kaynağındaki sınıfsallık unsurudur. Çünkü sınıfsalın kapsamı
tümü veya bütünü kapsamaktan uzaktır. Bu nedenle de doğasının gereği toplumun
diğer kesimleriyle aynı eşit haklarda buluşması mümkün değildir. Nitekim hukuki
açıdan iradesini yasalara yansıtmayan herhangi bir gücün, fiili olarak var olsa
dahi, resmen var olan hakların sahibi olmaktan yoksun olmasının altında da bu
gerçeklik yatmaktadır. Dolayısıyla genel anlamda dar bir sınıfın irade beyanı
olarak anlam kazanan hukuktan, tüm toplumun eşitliğini gözetmesi beklenemez.
Bu anlamda Laik hukukun vatandaşlık bilincini geliştirerek,
her yurttaş bireyini devlet karşısında daha fazla koruduğu ve güçlü kıldığı
iddiası, gerçek anlamda bir safsatadır. Çünkü anlaşıldığı üzere hukukun
buradaki asli görevi, her vatandaşa eşit yaklaşımdan ziyade, sınıfsallığın
doğurduğu fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp, kabul edilebilir seviyede
kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır.
Hukukun Sorunu Yapısaldır
Sonuç olarak hukuk, en genel tabiriyle kadın toplumsallığına
karşı, Sümerlerden günümüze gerçekleşen tüm eril iktidar biçimlerinin (kurnaz
ve güçlü adam) devletleşmesi olarak anlam kazanmış ve bu bağlamda sınıf temelli
bir inşa olarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da toplumsala hiçbir hizmeti
(yararı) olmamış tersine, anti-toplumsal karakteriyle toplumsal krizi daha da
derinleştirmiştir.
Ancak gelinen aşamada hukukun, kendisini bu haliyle daha
fazla sürdüremeyeceği de açıktır. Zira yaşanan toplumsal krizin derinliği,
hukuku gittikçe daha fazla tıkatmaktadır. Hatta Batı uygarlığının yeni
tanımının, ‘demokratik hukuk çağı’ olarak adlandırılmasını, bu tıkanmanın bir
çırpınışı olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu anlamda laik hukukun, tıpkı Roma gibi, günümüz
ulus-devletinin yıkılışını gündeme getirmesi kaçınılmaz bir durumdur. Zira
sınıf temelli (burjuvaziye dayalı) gerçekleşerek, adına ‘kanun’ dediği toplum
üstü kurallarıyla, toplumun komünal-kolektif özüne salt eril bir iktidar
sınıfının (yani ‘kurnaz ve güçlü adam’ın sistemleşmesi olarak ifadesini bulan
Kapitalist sistem=hukuk devleti) çıkarlarını dayatan laik hukuk, toplumsal
krizi alabildiğine derinleştirerek, toplumu intiharın eşiğine getirmiştir.
Dolayısıyla laik hukukun sorunu basit bir reform veya
restorasyon sorunu değil, yapısal bir sorundur. Bu nedenle de gerçek anlamda
‘Demokratik Hukuk Çağı’nın gelişebilmesi için, öncelikle hukukun yeniden inşa
edilmesi gerekir. Bunun anlamı, hukukun sınıf temelli inşadan toplum temelli
bir inşaya evrilmesi ve bu temelde egemenlerin sadık hizmetkarları olan yargıç,
hakim ve savcılar sınıfının tekelinden çıkarılıp yeniden topluma iade
edilmesidir. Bu ise toplumsal ahlaka (ahlaki yargıya) yeniden dönüş demektir.
Keza demokrasinin kendisi de, zaten toplumsuz mümkün değildir. Çünkü demokrasi,
toplumsal iradenin özgürleşmesidir. Toplumsal ahlakın kendisidir. Dolayısıyla
demokratik hukuk da ancak toplumun bu özgür iradesinin güvenceye alınması
olarak anlam kazanabilir.
Bu anlamda toplumsal sorunları çözümleyebilmenin yolu,
hukuku yeniden ahlakla buluşturmaktan ve hatta hukuku ahlakın hizmetine
sokmaktan geçer ki, bu da zaten hukukun demokratikleştirilmesi dediğimiz olayın
kendisidir.
Öte taraftan günümüz açısından hukuk tümüyle ahlakın yerine
geçmiş olabilir. Ancak hukukun hiçbir zaman ahlakın yerini alamayacağı da iyi
bilinmelidir. Çünkü devlet ve iktidara ilişkin bir sözleşmeler yığını olarak
hukukun, hiçbir toplumsal değeri yoktur. Diğer taraftan ise herhangi bir
yaptırım gücü olmadan kendiliğinden yürüyen ahlak, güçle yürütülen ve önceden bilinen
bir yaptırıma tabi tutulan hukuka karşın, hala toplumun çekim merkezi olmaya
devam etmektedir.
Dolayısıyla hukuksuz bir toplum mümkün olabilir, ama
ahlaksız bir toplum kesinlikle mümkün değildir. Nitekim 5000 yıllık toplumsal
kriz, bunu bize açıkça göstermiştir.
Tabi bunu belirtirken hukukun çözümleyici gücünü asla inkâr
etmemek gerekir. Tersine buna değer biçmek ve hukukun bu gücünü
demokratikleştirerek, doğru olana kanalize etmek gerekir. Nitekim mevcut
durumda ahlakın toplumsal bir sisteme kavuşturulabilmesinin en önemli yol ve
yöntemi yine hukuktur. Bu anlamda yapılması gereken şey hukuku bir bütünen
dıştalamak değil, daha çok onun sınıfsal karakterini, suç-ceza mantığını,
genellemeci ve soyutçu kurallarını aşan, ahlak temelli yeni bir hukuk anlayışını
geliştirmektir. Ancak burada hukukun geçiciliği, ama ahlakın kalıcılığı,
hukukun etkileyiciliği ama ahlakın belirleyiciliği noktaları, temel bir
toplumsal ilke olarak anlam kazanır.
Ekin Gever
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info