Direniş, mücadele ve savaş hayatın her yönü ile olağanüstü koşullarda sürdürülmesidir. Bu koşullarda özgürlüğü isteyenler hiçbir bedelden kaçınmazlar. Fakat toplumlar yekpare değildir. Toplum içinde özgürlük için savaşan ve bedel ödeyenlerin yanısıra bedel ödemekten kaçınanlar kuşkusuz olacaktır. Bunlar kimse zarar görmesin, yerleşim alanları yıkılmasın, tutuklanma olmasın, para gitmesin, rahatım bozulmasın demekte bile sakınca görmeyeceklerdir. Bu koşullarda, insanı öğüten düzen sürgit devam etsin, kölelik kadere dönüşsün diyenler bile olacaktır.
Toplum içinde kararsız düşüp, yalpalayanlar ise kaosu sonlandırma ve daha fazla yıkımı önleme bahanesi ile bu koroya katılırlar. Fakat insanlar daha iyi bir dünyada, daha mutlu ve özgür yaşamak istedikleri anda bedel ödemeyi de göze almak durumundadırlar. Özgürlük ve insanca yaşam kendiliğinden gelişemez. Başkaları tarafında bağışlanmaz, yağmur gibi gökten düşmez. Öncülerin tutkulu istemi, gücü ve feda ruhu da tek başına bunu gerçekleştirmeye yetmez. Tutku ile isteyenler ve bu amaçla bedel ödemeyi göze alanlar ancak örgütlü halk gerçekliğini yaratarak ve savaşarak bunu gerçekleştirirler. Özgürlük tıpkı halkların Nazizm belasından kurtulmak için 40 milyon insan kaybı, binlerce yerleşim alanının yıkımını göze alması örneğinde olduğu gibi büyük bedelle sağlanır. Bunun dışında bir arayış ya hak dilenciliğine ya da kötülüğü gören ama güç getiremediği için hayata küsen dervişliğe götürür.
Bu nedenle, moleküllerin birleşmesinden atomun oluşumu gibi, özgürlük isteyenler, farklılıklarına rağmen her koşulda bir araya gelmek, örgütlenmek ve örgütlü mücadele yürütmek zorundadırlar.
Dış etkenlerle, politik dengelerle mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktur. Başarı için iç dinamiklerin harekete geçirilmesi, direnişlerin geliştirilmesi ve bedel ödemekten kaçınılmaması şarttır. Böyle ele alındığında mücadelenin meşruiyet alanı genişler.
“İnsan yaşamının önemi, her şeyin insan için olması, insan hayatından daha değerli bir şey yoktur” tarzında bilinçleri körelten sahte hümanist duyarlılık, devrimci mücadeleyi ve kullanılan mücadele yöntemlerini önemli oranda sınırlandırır.
Harekete geçirilen propaganda aygıtı ile halklara teslimiyet dışında bir seçenek bırakılmaz. Oysa sömürü, baskı ve yasakların olduğu yerde, direnmek orada yaşayan insanların en meşru hakkıdır. Bu direnişin meşruluğu, başvurulan yöntemler ve araçların da amaca uygunluğunu zorunlu kılar. Bunun dışındaki hiçbir sınırlamayı kabul etmez. Devrimciler amaçla çelişmediği sürece hiçbir araç ve yöntemi ret etmezler. Şiddette bunlardan biridir. Kapitalist sistem, devlet aygıtı olarak örgütlenmiş zora dayanarak ayakta kalmaktadır. İhtiyaç duyduğunda sınır tanımayan biçimde zora başvurmaktadır. Bu nedenle halkların buna karşı mücadelesi ve kullandığı araçlar meşrudur. Temel ilke amacın yüceliğine göre araç ve yöntem seçilmesidir. Buna dikkat edildiği sürece kullanılan araç veya yöntemin yanlışlıkları, eksiklikleri ve uygulama hataları olsa da direnişi gayri meşru kılmaz. En fazla eleştiri konusu yapılabilir. Ki, devrimciler tarihin hiçbir döneminde şiddeti idealize etmemişlerdir. Böyle yapan zaten devrimci özünü kaybeder, karşıtına dönüşür. Her zeminde şiddeti, mücadelede amaca ulaşmak için gerekli, ama tarihsel bakımdan geçici bir araç ve yöntem olarak ele almışlardır.
Halkın esenliği ve özgürlüğü için mücadele edenler hiçbir zaman planlayarak, tasarlayarak doğrudan sivilleri hedef almamışlardır. Mücadele sürecinde yaşanan kaçınılmaz sonuçlar bu gerçekliği değiştirmez, mücadelenin meşruiyetine halel getirmez. Ne var ki, bu ilkesel duruş ve hassasiyet ne devrimcileri sistemin kara propagandasından korur, ne de kendilerine yönelen saldırıların dozajını azaltır.
Kuşkusuz devrimciler, ‘amaca giden her yol mübahtır’ demezler. Bu yaklaşımı ilkesel olarak red ederler. Fakat buna rağmen amaca giden yolda her şey mühendislik hesap-kitap işi ile örülmemiştir. Keskin mücadele sürecinin kimi zaman kaçınılmaz sonuçları büyük acılara yol açabilmektedir. İlkesel tutuma ve gösterilen tüm özene rağmen kıran kırana mücadele içinde siviller, sivil yerleşim alanları ve doğada zarar görmektedir. Özgürlük için gidilip uzayda mücadele edilmeyeceğine göre, direniş ülkede, halkın bağrında yürütülecektir. Bu da öncü gibi halkın da, sivilin de, doğanın da zarar görmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu devrimci mücadelenin kaçınılmaz sonucudur. Bu nedenle hedefi sömürgecilik olan hiçbir eylem sonuçları üzerinden değerlendirilemez. Sonuç ne olursa olsun, orada esas hedef sömürgeciliktir.
Mücadelede sivillerin zarar gördüğü, direnişlerin itibar kaybına yol açtığı iddiası saptırma ve kara propagandadır. Zaten sömürgeciler, devrimcileri karalamak için hiçbir zaman gerçek verilere ihtiyaç duymazlar. Tarihin çöplüğü devrimciler aleyhine uydurdukları dayanaksız, gerçeklerden uzak iddialarla doludur. Devrimcilerin yıkıcı, eşkıya, terörist ilan edilmeleri için, hiçbir zaman gerçek ve bilimsel verilere ihtiyaç duymazlar. İstedikleri an cephanesi çamur olan kara propaganda araçlarını çalıştırırlar.
Devrimci halk savaşında sömürgeciliğin ülkeyi boydan boya hapishaneye çevirmesi, tüm halkı bir rehine haline getirmesi bir yana bırakılarak, ’demokratikleşme olacakken bu savaşta nereden çıktı’ söylemi ve propagandası tamda bu kapsamdadır. Böylece yaşanan sorunların, çekilen acıların kaynağı olarak sömürgeciler bir yana bırakılır ve direnenler suçlanır. Sömürgecilerin geliştirdiği bu teori liberaller, dönek solcular ve işbirlikçi Kürtler nezdinde güçlü bir karşılık bularak, yıllarca bıkmadan ve usanmadan dilendirilmiştir. Böylece cellat unutularak kurban ile uğraşılmıştır. Geniş kitlelerde ikirciklik, tereddüt yaratılmak istenmiştir. Neden ve sonuç yer değiştirerek direnişe katılımın zayıflaması hedeflenmiştir.
Aynı durum kopyalama yöntemi ile birebir öz yönetim direnişlerinde yaşanmıştır. Soykırım planları belgeleri ile ortaya saçılmasına ve en acımasız biçimde pratikleşmesine rağmen sömürgeciler değil, direnenler suçlanmıştır. Yüz yıllık sömürgeci yasak, baskı, asimilasyon ve kıyımlar unutularak, saldırı ve yıkımların sebebi olarak hendek direnişleri gösterilmiştir. Bu temelde yapılan propaganda her çevrede kitleleri etkilemiştir. Bu etki sadece karşı cephe ile sınırlı kalmamış, mücadele cephesine de sirayet ederek, yasallık ile meşruiyeti karıştıranları karşı cepheye savurmuştur.
Egemenler kitlelerden mutlak itaat beklerler. Hiçbir itirazı, direnişi kabul etmez, ezmek isterler. Çoğu zaman zor aygıtına dayanarak bunu gerçekleştirirler. Fakat hedef küçültmek, direnenleri parça parça yutmak için en başta devrimcileri, onların kullandıkları araç, metotları tartışmaya açarak meşruiyet sorunu üretirler. Böylece devrimcilerin geniş kitlelerden soyutlanmasını, yalnızlaşmasını amaçlarlar. Mücadele edenleri ‘şeytanlaştırmak’ için temel silahları kara propagandadır. Bu propagandanın gıdası kimi zaman din dışı, kafir-zındık olmaktır. Kimi zaman komünist-anarşist, eşkıya olarak tanımlanmaktır. Güncelde ise tüm bunların yerini alan sihirli kavram terördür. Yok etme, tahrip etme anlamındaki terör kavramı egemenlerin her itiraz ve itaatsizliğe karşı kullandığı sihirli değnektir. Bu yolla kendi sınırsız şiddet kullanımını meşrulaştırırken, itiraz eden, direnenleri ise gayri meşru ilan edip şeytanlaştırmaktadır. Özellikle mücadelelerin keskinleştiği anlarda terör kavramı direnenleri yanlızlaştırma, halk kitlelerinden tecrit etme amaçlı kullanıldığı kadar, kararsız ve yalpalayanları karşı cepheye çekmek için de kullanılmaktadır.
Mevcut durumda kapitalizmin dünya genelinde yarattığı sorunların en ağır ve tahripkâr düzeyini sömürgecilik üretmektedir. Bunun en çarpıcı örneği Kürdistan’dır. Kürdistan’da sömürgecilik düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kırıntılarına bile izin vermemektedir. Ülke boydan boya bir kışlaya dönüştürülmüştür. Sömürgeci cellatlar, umutların yok edilmesinden ve şehirlerin enkazından kendilerine gelecek inşa etmeye çalışıyorlar. Sicil defterlerine yeni bir soykırımı daha kazımanın uğraşındalar. Bu amaçla cellat yığını orduları ile özgürlük için çarpan her yüreği öldürmek, düşünen her aklı yok etmek, konuşan her dili susturmak, hayır diyen her iradeyi kırarak; kentlerin yıkıntıları-direnenlerin bedenleri üzerinden zenginliklerine zenginlik katmak istiyorlar.
Frantz Fanon’unun deyimi ile “Bizler sömürgeciliğin, sömürgeciyi kelimenin tam anlamıyla nasıl barbarlaştırdığı, onu nasıl vahşileştirdiği, nasıl alçalttığı, onda bastırılmış içgüdüleri nasıl uyandırdığı, onu aç gözlülüğe, şiddete, ırk düşmanlığına ve ahlakî rölativizme (görecilik) nasıl ittiği’ne tanıklık ediyoruz. Bu tablo karşısında sömürgecilerden nefret etmek, onlara karşı her yol ve araçla mücadele etmek bir tercih değil, insanlık ve onur borcudur. Sömürgecilerin kan-kıyım ve talana dayanan bu alçaklık şölenlerini hüsrana uğratmak ise insan olmanın temel ölçütüdür”.
Fırat ALİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi