Türk devleti 2015 yılından 2025 yılına kadar Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin her parçadaki tüm bileşenlerine karşı tarihin en yoğun saldırısını gerçekleştirdi. Bu saldırılarla birlikte basın, demokratik sivil toplum örgütleri, insan hakları kurumları ile barolara karşı susturma, sindirme, tutuklama furyasını ayyuka çıktı.
Medya Savunma Alanlarının Zap bölgesine gece gündüz, yaz kış demeden belki de 40 yıllık savaşta tüm alanlarda kullanmadığı kadar füze kullanıldı. Deyim yerindeyse Zagros kayalıklarını dahi un ufak eden en gelişmiş lazer güdümlü füzeler kullanıldı. Bununla da yetinmeyen Türk devleti direniş tünellerindeki gerillalara karşı kimyasal gazlar kullandı.
ZAP’TA ÇAKILI KALDI!
Yok etme, her alandan temizleme, her yeri işgal etme amacına ulaşamadı. Türk devleti Zap’a çakılı kaldı. Onca saldırıya rağmen sadece helikopterlerle indirme yaptıkları birkaç tepe zirvesine yerleşebildiler. Hal böyle olunca, gün geçtikçe TC devleti içerisindeki bir kesim gittikçe durumun vahametini kavramış, Zap’taki çakılmanın beraberinde ekonomik çakılmayı da getirdi. Bunun üzerine başka arayışlara girmek zorunda kaldı. Ancak bir türlü “güvenlik konseptine” dört elle sarılmış Erdoğan’ı ikna edemiyordular.
“Yeni Yargı Paketleri” ile amaçlanan hukuk normlarının evrensel ölçeklere yükseltilmesi çabaları kısa sürede tasfiye ediliyordu. Aynı arayış Kürdistan Özgürlük Hareketi’nde de vardı. Tıkanan ve kendini tekrarlayan savaş durumu müzakere arayışlarında muhatapsızlık yarattığından ve ayrıca Rêber Apo üzerindeki mutlak tecrit de devam ettiğinden geleceğin şekillenmesinde belirsizlik çözüm arayışlarını gerekli kılıyordu.
Özellikle 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş, 2023 yılında Hamas saldırısı ile başlayan Gazze savaşı, Kürdistan’daki durumun uluslararası güçlerin gündemine girmesini engelliyordu. Hal böyle olunca da TC devleti yok etme saldırılarına daha da ağırlık veriyordu. TC devleti, Kürdistan’daki savaş nedeniyle derinleşen ekonomik krizini Rusya’ya alternatif olarak doğalgaz tedarik eden ülke olarak aşmak istiyordu. Böylece hem AB ile ilişkilerini düzeltecek hem de ekonomik krizden kurtulmuş olacaktı.
Öncelikle Azerbaycan doğalgazının Gürcistan üzerinden Türkiye’ye, buradan da Avrupa’ya sevk edilmesi planı devreye sokuldu. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa devleti bu enerji aktarım güzergahının finansmanını sağlıyordu. Hazar Denizi’nden Avrupa’ya aktarılan doğalgaz ile Avrupa bir nebze olsun Rusya’ya bağımlılığını azaltmıştı. Akdeniz doğalgazının Avrupa’ya aktarımı için de TC ile İsrail arasında görüşmeler ilerlemiş, İsrail Cumhurbaşkanı Türkiye’de Erdoğan tarafından en üst düzeyde protokol ile karşılanmıştı. Amaçlanan, İsrail’in çıkardığı Akdeniz doğal gazının Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye buradan da Avrupa’ya aktarılmasıydı. Böylece Türkiye, Hazar Denizi enerji koridorunun ardından Akdeniz enerji koridoruyla da Avrupa’yı Rusya’ya bağımlılıktan kurtaracaktı.
OLMADI!
TC’nin Hamas’ın Ekim 2023 saldırısından sonra Hamas’ı sahiplenmesi sonucu İsrail bu koridorun TC üzerinden Avrupa’ya ulaşması planını devre dışı bıraktı. Yeni güzergâh Israil-Kıbrıs-Yunanistan olacaktı. Hatta İsrail bu koridoru daha da geriye götürerek Hindistan-Suudi Arabistan-Ürdün’ü de dahil etme anlaşmaları imzaladı.
Türk devleti, Akdeniz gibi stratejik enerji koridorunu Avrupa üzerindeki etkinliğini artırmak ve ekonomik gelir elde etmenin yanı sıra esas olarak Kıbrıs’taki işgalinin devamı için etkin bir şantaj kozu elde etmek istiyordu. AB’nin Kıbrıs dayatmalarına karşı Avrupa’ya doğalgaz aktarım kartını koz olarak kullanabilecekti. Akdeniz Enerji Koridorunun dışında tutulan TC devleti bir yanda Libya’daki karmaşadan faydalanıp Trablus’taki yapıyla deniz kullanım alanı antlaşması imzalıyordu, diğer yandan Irak üzerinden yeni bir enerji aktarım projesinin hazırlıklarını yapıyordu. Basra Kalkınma Yolu Projesi ismi verilen projede, Irak petrolünün ve Katar- Irak doğalgazının Avrupa’ya aktarılması amaçlanıyor. Ancak, gerek İsrail’in söz konusu projenin çoğu bölgesini denetiminde tutan Iran destekli gruplara karşı tutumu ve gerekse İran’ın bölgeye doğrudan müdahalesi ele alındığında bu projenin hayata geçirilmesi riskleri oldukça fazla.
Buna bir de bölgenin en stratejik alanlarında varlık gösteren PKK’yi de kattığımızda bu projenin görünür zaman diliminde ve mevcut degişkenler kapsamında hayata geçirilmesi zor görünüyor. Enerji koridorları ekseninde ele alındığında, Türk devletinin elinde kala kala Azerbaycan’ın Hazar Denizi’nden çıkarıp Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktardığı kısım kaldı.
Türkiye’nin yakın gelecekte zorlayacağı 2 alandan biri Kıbrıs etrafındaki doğalgaz yataklarında pay elde etme çabaları olacak; bir diğeri de Irak ile tamamlamak istediği Basra Kalkınma Yolu Projesinin hayata geçirilmesi olacak. Kıbrıs-Akdeniz havzasında yapmak istediklerinin önündeki en büyük engel İsrail ile mevcut çekişmeli durum iken, Basra Kalkınma Yolu Projesinin önündeki en büyük engel ise PKK’nin bölgedeki etkinliğidir.
TC devletinin korkusu PKK ile savaş derinleşirse ve PKK-İsrail ilişkileri gelişirse, hem Akdeniz bölgesindeki olası risk hem de Kalkınma Yolu Projesi önündeki risk tek elde birleşecek ve Türk devleti her ikisinden de istediğini elde edemeyecek duruma düşecektir. Bu kapsamda, devletin içerisinde savaştaki tıkanmayı ve olası sonuçlarını idrak edenlerin, PKK ile savaşın Basra Kalkınma Yolu Projesini doğrudan etkilediğini, Israil-Kıbrıs-Akdeniz Doğalgaz bölgelerindeki gelişmeleri ise dolaylı olarak etkilediğini hesap ettikleri aşikâr.
Suriye’de Baas rejiminin dağılarak, rejimin denetimindeki alanların, uluslararası terör örgütleri listesinde yer alan HTŞ’nin denetimine geçmesi sonucu Suriye’deki belirsizlik uzunca bir süre devam edecektir. Kasım 2024’e kadar Esad ile anlaşıp Özerk Yönetimi tasfiye etme çağrıları yapan Erdoğan, Baas rejiminin yıkılması sonrası Dışişleri Bakanı ve MİT başkanını Şam’a HTŞ çetebaşı Colani’nin yanına göndermesi “Artık Suriye’de her şeyi belirleyen biziz” mesajı vermek içindi.
HTŞ ile kurduğu diyaloğu tamamen Yeni Suriye sisteminde Kürtlerin herhangi bir statü sahibi olmaması üzerine kuran TC devleti, bu alanda da kısa bir süre sonra işlerin öyle yürümediğini fark etti.
Batılı ülke temsilcileri Şam’da HTŞ çetebaşı Colani ile görüşseler bile hiçbiri HTŞ’yi terörist örgütleri listesinden çıkarmadı. Dahası, İsrail devleti açıkça “İdlib’den gelip Şam’ı ele geçiren islamcı terör örgütü” tespitinde bulundu.
Özerk Yönetim’in hiçbir şekilde muhatap alınmamasını HTŞ’ye dikte eden TC Devleti, Şam”da gerçekleştirilen “silahlı grupların birleştirilmesi” ve “Ulusal diyalog toplantısına” askeri ve siyasi alandan Kürt temsilcilerin katılmasını da engelledi. Buna rağmen, ABD önderliğindeki uluslararası koalisyon ve Fransa, Özerk Yönetim ve silahlı gücü QSD ile çalışmaya devam etti.
TC, HTŞ İLE BİRLİKTE DAIŞ’E SARILDI
Baas rejiminin devrilmesinden sonra onlarca hapishanede bulunan binlerce DAIŞ çetesi serbest bırakıldı. Tek bir tanesi dahi HTŞ tarafından tutuklanmadı. Bunu Koalisyonun bilmemesi imkânsız. Dahası, gün geçmiyor ki El Qaide üyesi teröristler HTŞ denetimine geçen bölgelerde Koalisyon tarafından öldürülmesin. ABD, Fransa ve İsrail’in bu gerçeklikten hareketle, Rojava Özerk Yönetimin denetimindeki hapishanelerde bulunan binlerce DAIŞ üyesi çetenin ve kamplardaki taraftarlarının kontrolünü HTŞ ve onu destekleyen TC’ye bırakmak istemedikleri biliniyor. HTŞ Lideri Colani ve Dışişleri Bakanı gibi binlerce HTŞ üyesi, eski DAIŞ yöneticisi ve savaşçısından oluşuyor.
ABD, Fransa ve İsrail’in özellikle HTŞ’nin terörist örgüt oluşu ve DAIŞ ile ideolojik, köken bağını dikkate alarak QSD’nin kendisini feshetmeden özerk bir şekilde Suriye ordusuna dahil olmalarını istediği medyaya yansıdı. Bu kapsamda, Suriye sahasında TC devletinin Kürtleri statüsüz bırakarak HTŞ liderliğindeki yeni rejime tabi olmalarını dayatmaları ile sözkonusu güçlerin “statü” talepli stratejilerindeki zıtlık TC’nin Rêber Apo ile sorunun giderilmesi noktasında müzakere yürütmesini zorunlu kılıyor.
TC’nin yakın coğrafyadaki gelecek tehdit sıralamasında artık birinci sırada “Kürtlerin ABD ve Israil ile stratejik ortaklığı” olasılığı olduğu aşikâr. TC devleti ya oturup sorunu Rêber Apo ile çözecek ya da 1996’da Irak’ta olduğu gibi uçuşa yasak bölge ilan edilmesini seyredecek.
TC devletinin savaşta tıkanması, ekonomik krizin derinleşmesi, enerji koridorlarının dışında kalması ve Rojava’da ABD-Fransa-Israil korumasında gelişebilecek statü durumuna karşı Rêber Apo ile diyalog arayışına girdi.
Önce AKP’nin ortağı MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin şok edici bir çağrı ile “Öcalan meclise gelsin DEM Parti grubunda konuşsun, silah bırakma çağrısı yapsın, umut hakkı kapsamında serbest kalsın” dedi. Akabinde Erdoğan “silah bırakılırsa her şey konuşulur” açıklamasını yaptı. Zap direnişi ve 3 aydır devam eden Tişrin Barajı direnişi, TC devletinin temelde askeri ve onun sonucu olarak da derinleşen ekonomik krizle birlikte bölgedeki gelişmelerin de etkisiyle jeostratejik krizlerde elini kolunu bağlayan hal aldı.
Rêber Apo da, kendini tekrarlayan ve uzayan savaşla hem Kürtlerin hem de Türklerin zarar gördüğünü, bu savaşın daha çok emperyal güçlerin çıkarına hizmet eder hale geldiğinden hareketle sürece müdahale etti.
Son tahlilde, Rêber Apo’nun “sorumluluğu üzerime alıyorum” diyerek başlattığı süreç bir liderlik sürecidir. Ancak Liderler toplumların geleceğini belirleyen süreçlerin sorumluluğunu üstlenebilir.
Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin ortaya çıkışından beri dile getirdiği Demokratik Ortadoğu ancak bu paradigma ile yaşamsal kılınabilir.
SON
Medeni YILDIRIM