07 Mayıs 2010 Cuma Saat 08:17
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Kaç yıl geçmişti kendiside artık bilmiyordu. Kaç yıl, kaç
ay, kaç gün. Hesaplasa ne yazardı ki. Zaman onun için artık direnmenin ve nefes
alıp vermenin ötesindeki tüm anlamlarını yitirmişti. Bir şey anlamını yitirdi
mi gerisi ağırlıktı, yüktü. Ama öylemiydi gerçekten. Kafası karışıyordu her
düşündüğünde. Oysa dışarıdan bakıldığında nede güçlü görünüyordu. Yıllarca
omzunda taşıdığı yükün altında ne kadar kuvvetli, dirayetli görünüyordu. Peki
narin ve nazlı yüreğinde sızlayan yaraya ne demeliydi. Her şeyin bir tarifi
vardı elbet.
Zaman bir silindir gibi geçmişti gençliğinin üzerinden. Her
gün arşınlamaktan bıkmadığı beş metre karelik havalandırma onun sessiz
kalabalığının, dört duvar arasında uçup giden koca yirmi yılının tek tanığıydı.
Her Voltada zamanın ötesine geçer ve bir yerlerde saklı kalan hayatı beyaz bir
perdede sürekli izlediği tek filmi olmuştu. İnsan kendi filmini izlerken neler
hissederdi? Peki o neler hissetmeliydi? Belki de o da yirmi yılını dört duvar
arasında inadına geçiren her hangi birinin hislerinden farklı hisler
yaşamıyordu. Zamanın acımasızlığı karşısında giderek bozulan kareler hayata
tutunmanın, kavganın, inatla direnmenin adı olmuştu.
Dışarıda hafiften bir yağmur çiselemeye başlamıştı. İnceden
de bir rüzgar esiyordu. Öyle ki cansız bir beden gibi koğuşun nem kokan
havasında ranzasında uzanmışken dışarıdaki her şey canlı bir hayatın varlığını
haber veriyordu. İçinden kalkıp havalandırmaya çıkma istemi belirdi. Ya artık
güçten düşmüş vücudu soğuk havaya yenik düşerde hasta olursa. Bir süre voltaya
çıkmakla çıkmamak arasında kararsız kaldı. Ama sonra varsın hasta olayım deyip
havalandırmaya attı kendisini. Çıkmalıydı. Mekanın ötesine taşmalıydı. Hem
yağmur çok şiddetli değildi, üşürse içeri geçer ve hastalığa karşı tedbirini
alırdı.
Oradan çıkmalı, sadece koğuştan değil, hayatını zapt eden bu
dört duvarın, hata zamanın dışına, ötesine çıkmalıydı. Zamana yürümeliydi.
Garip şeyler hisseti. Kurduğu tüm hayaller yirmi yıl öncesine aitti. Sanki
yirmi yıl boyunca hayat donmuştu. Sanki bir dakika dahi akmamıştı bu yirmi yıl
boyunca. Sanki içeri düştüğünün ilk gününde gibiydi. Gardiyanların alaycı
bakışları arasında volta atarken karışık duygular girdabında kaybolmuştu. Bir
ara yağmurun sağanak bir hal aldığını ve artık yıllara yorgun düşmüş bedeninde
titremeye neden olduğun fark etti. Gökyüzünde durmadan yer değiştiren simsiyah
bulutlar birbirlerine çarpıyor ve şimşekler birer dinamit gibi patlıyordu.
Beton yığınına çarparak kristal taneleri gibi dağılan her yağmur damlasında
yıllar öncesine gitti ve bir süre sonra yeniden anılar girdabında yitip zamanın
dışına çıktı.
Utanç kareleri olarak tarihe kazınan işkence tezgahlarıyla
bilinirdi Diyarbakır zindanı. O da çok geçmişti bu tezgahlardan. Ama
direnmişti. İnsanlık her gün biraz daha kendisinden utanırken o direnmeye devam
etmişti. Direniş günlerindeki arkadaşlarını, bedenini özgürlük için ateşe veren
yoldaşlarını düşledi. Direnmeye devam etmeliydi. Zaman geçse de, ömrü bu dört
duvar arasında da geçse direnmeliydi. Anılarına bağlı kalmalıydı. Bir kez daha
içten içe kedisine direnme sözü verdi.
Üşüyordu. Yaşlı vücudu artık kaldıramıyordu soğuğu. Son kez
gökyüzüne bir bakış fırlattı. Yağmur yağmıyor sanki havadan su gibi dökülmeye
başlamıştı artık. İçeri geçmeliydi. Düşen damlalara bakıp içeri geçmeye
hazırlanırken nereden geldiğini, neden geldiğini bilmediği küçük bir taş gelip
ayaklarının dibinde durmuştu. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Kaldırsa bir türlü
kaldırmazsa bir türlü. Ama işte ansızın misafiri olmuştu o küçük taş parçası.
Hem kaç yıldır beton yığınından öte bir şeye dokunmamıştı elleri. Bu davetsiz
misafirinin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Ani bir refleksle eğilip
kaldırdı taşı yerden.
Bir süre öylece durup taşa baktı. Nereden gelmişti? Taşı
sımsıkı tuttu elinde. Sanki birileri gelip elinden alacakmış gibi hemen cebine
koydu. Gözlerinde suç işlemiş bir çocuğun bakışları vardı. Ağır adımlarla
koğuşuna geçti. Ne yapmalıydı taşını? Bir küçük taş parçası görmeyeli kaç yıl
olmuştu. Bir taş ne anlatır ki insana? Her gün binlerce defa varlığının farkına
dahi varmadan basıp geçtiğimiz sıradan her hangi bir taştı işte. Sulasa büyür
müydü? Bir küçük kavanoz görse ekse miydi? Ne yapsaydı taşını? Ranzasına
uzandı. Taşını yeniden eline aldı. Bir taş ne anlatırdı? Yüreğinin sızladığını,
gözlerinin buğulandığı fark etti. Bir taş parçasıydı oysa. Peki bir taş
parçasını eline almayışı, okşamayışı, koklamayışı kaç yıl olmuştu. Gerçekten
taş koklanır mıydı? Denizin ortasına susuzluktan ölen bir çaresize benzetti
kendisini.
O gün yine içinde sadece kendisinin anlayabileceği duygu
depreşimleri geçiyordu. Sabah kahvaltısından sonra bir kez daha, yalnızlığını
en derinden hissettiği hücresinde havalandırmaya çıktı. Kaç kişi tanımıştı,
kimler gelip geçmişti bu duvarların arasından.
Kaç hayal çürütmüştü, kaç kuşak eskitmişti bu beton duvarlar arasında.
Ama bir söz vermişti kendisine ve sadık kalacaktı. Öyle ya sözü onur
bellemişti. Vazgeçemezdi. Vazgeçmemişti. Vazgeçmeyecekti. Bu sabahta kendisini
süzen, belki de içten içe acıyan bakışlar arasında voltasına başlamıştı. Bazen
nedenini bilmeden hızlı adımlarla, adeta koşarcasına yol alıyordu. Bitmeyen bir
yoldu. Yıllardır o yolu yürüyordu. Yürümekten de vazgeçmeye niyeti yoktu. Bir
ara başını kaldırdı ve binlerce toz zerreciğinin sindiği hava boşluğundan uçarcasına
dışarı fırlamayı düşündü. Oysa etrafını üç metrelik surlar kapatıyordu. Oradan
sadece beş metre karelik alandan beliren gökyüzünü izlemeye koyuldu. Dışarıdaki
hayatı yeniden düşündü. İnsan bir yerden ayrıldığında yıllarda geçse bir gün
döndüğünden her şeyi bıraktığı gibi bulacağını sanır. Ve oraya dair hayalleri
de ayrılırken gözlerine takılan son kareler hayallerinin başucu olur. Oysa
şimdi yirmi yıl geçmişti.
Yirmi yılı siyasi
düşüncelerinden dolayı kendisinden
çalınmış, ama kendisine verdiği sözden dönmemiş olmanın gururuyla cebinde
taşıdığı taşını okşuyordu. O gün ziyaret günüydü. Günlerce oyarak şekil verdiği
taşını ziyarete annesine verecekti. Görüş kabini önünde annesi durmuş hal
hatırını soruyor, durmadan oğlunun yalnızlığını paylaşma gayreti veriyordu.
Oysa o, annesine belki de anlamsız gelecek bu taşı nasıl vereceğini
düşünüyordu. Sadece bu muydu annenin taşı almasına engel. Kimse görmemeliydi,
çünkü insanlığın mahkum edilmeye çalışıldığı Diyarbakır zindanında dışarıdan
bir şey almak da dışarıya bir şey vermek de suçtu. Ama hacı taşını annesine
vermeliydi. Gardiyanların dalgınlığına gelen bir anı kovalıyordu hacı.
Fırsatını bulduğu anda taşı annesine verdi. Elini kaldırıp annesine taşı
uzatırken, annesi şaşkın bakışlarla oğlunun, Hacı’nın elindeki taşı süzüyordu.
Bu taşa senin için şekil verdim. Annesi taşı alırken gözleri buğulandı. Ama
Hacı taşını emin ellere vermiş olmanın derin rahatlığını yaşıyordu. Görüş
süresi bitmişti. Annesi Hacının verdiği taşı yüreğine bastırarak dışarı çıktı.
İnsanlığın anlam yitimine uğradığı bir dünyada Hacının
kendisine verdiği taşı yıllarca sakladı annesi. Annesi Taşa her baktığında
sanki Hacıya bakıyor, onu görüyor gibi oluyordu. Hacıya olan sevgisini,
özlemini o taşta buldu yıllarca. Hacı ise yıllar sonra ansızın gelen misafirini
emin ellere teslim etmenin rahatlığıyla her gece uzandı yatağına. Hacının
annesine verdiği sadece bir taş değildi, yılların köhnetemediği umuttu, taşta
olsa oğul sıcaklığıyla sunduğu bir yadigardı. O artık annesine bir hediye
vermenin içsel rahatlığının yaşıyordu. Annesi taşı okşadığında, kokladığında
hacısını okşar, koklar olurdu.
Yıllar sonra hacının gözleri yeniden değdi bizim dünyamıza.
Hacı dışarı çıktığında çocukluğuna koştu. Günlerce, haftalarca, gece ve
gündüzler boyu yılların eskitemediği, hiçbir ayak izinin silmediği çocukluk
mekanlarında buldu kendisini. Annesi hacısını karşılamaya gelememişti. Hacının
ziyaretgahı annesinin mezarı oldu. Ve çok sonradan duyacaktı annesi ölürken
hacının verdiği taşın kendi mezarına konmasını vasiyet ettiğini.
Esaret yılları hacıyı annesinden ayırmış, bir evladın anne
sıcaklığına hasretini bir anneninse oğlunun esaretiyle esarete dönüşen
hayatının yılları olmuştu. Hacının öyküsü bir daha başka anneleri bulmasın diye
yollara düşmeliydi hacı. Güneşin dağların alnını öptüğü gibi her yeni doğan
günde annelerin çocuklarının alnını öperek uyandırdığı yeni bir dünya
yaratmanın yolcusuydu Hacı. Annelerin evlat acısı çekmediği, savaşın çocukları
annesiz, anneleri evlatsız bırakmadığı, özgür bir dünya yaratmanın yolcusuydu
ana tanrıçaların diyarında.
Bu Diyarbakır zindanında yaşanmış gerçek bir öyküdür. Gerçek
ismini bilmediğim, ama Hacı diye hitap edilen bir direnişçinin gerçek yaşam
öyküsünden bir kesittir. Diyarbakır zindanı var olduğu sürece hayatımızı saran
utanç duvarı her gün biraz daha büyüyecektir. Diyarbakır zindanını okul yapmak
isteyenlerin gerçek yüzleri bu utanç duvarının her bir taşında, her gün biraz
daha belirginleşmektedir.
Halit Ermiş
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info