Yaşamda bütün bir araya gelişler belli amaca yönelik olarak gerçekleşir. Atom altı parçacıklardan tutalım da, insan toplumsallığının oluşmasına kadar bütün bir araya gelişler yaşamın devamı, çeşitlenmesi ve zenginleşmesi adına yapılır. Evrenin kendisinde dile geldiği insanın toplumsallık anlayışı içinde bu bir araya gelişler, daha sade bir deyimle “ilişkiler” bütünü, toplumsallığı oluşturur. Toplumsallığın amacı, kutsal olan yaşamın korunmasından başka bir şey değildir. Aslında toplumsallık denen olguya sosyolojik açıdan bakıldığında başlangıçta oldukça basit ve bu günlere doğru gelindikçe oldukça karmaşıklaşan bir ilişkiler toplamından ibarettir. Toplumsal ilişkilerin karmaşıklaşması, toplumsal doğanın sapması olarak adlandırabileceğimiz “İktidar “ hastalığıyla başlamıştır. İktidar hastalığının toplumun en büyük hırsızlığı olan “Mülkiyet” anlayışını geliştirmesi ve bunun da “Nesneleştirmeyi-Metalaştırmayı” doğurması bir ilişkiler bütünü olan toplumsallığın doğasını ana mecrasından çıkarmış hastalıklı bir toplumsal bünyenin oluşmasına neden olmuştur. Aslında bütün bu saydığımız gelişmeler yaklaşık 300.000 yıllık toplumsallığın son 5000 yılında yaşanmış olmaları nedeniyle bu hastalığın teşhisinin erken yapılmış olduğu söylenebilir. Fakat konumuz bu makalede toplumlar tarihi üzerine sosyolojik bir değerlendirme yapmak değil. Dün TV de seyrettiğimiz uluslararası bir komedinin “Bir araya gelişlerin” felsefesi üzerine düşündürdükleriydi. Ekranda Türkiye, İran ve Rusya devlet başkanlarının Suriye konulu gerçekleştirdikleri toplantıdan sonra yaptıkları basın açıklaması vardı. T.C. nin faşist Cumhurbaşkanı Erdoğan ev sahibi olması nedeniyle basın açıklamasının moderatörlüğünüde üstlenmişti. İlkokul dördüncü sınıf çocuklarının çıktığı müsamere havasıyla diğer iki devlet başkanına zaman zaman söz vermesi, müdahale etmesi esnasındaki tavırlarına yansıyan şişkin egonun da etkisiyle olacak ki, hayal dünyasındaki “sözde Dünya Liderliğini” bu komedi sahnesinde bir saatliğine de olsa yaşamak isteyişin yansımaları jest ve mimiklerinde dışa vurmaktaydı. Diğer iki liderin nispeten sakin ve yapmak istediklerinden emin halleri dikkat çekerken Erdoğan’ın “Burada oyuncaklar bana ait, öyleyse esas oğlan benim “ biçimindeki tavırları eminim bu sahneleri seyredip te biraz olsun Uluslararası diplomasiden anlayanları gülmekten kırıp geçirmiştir. Açık bir biçimde “ezik kişiliğin” yansıması olan ahbap-çavuşca ifadeleri çok sıkça her iki konuk devlet başkanı için sarf etmesine rağmen İran ve Rusya Devlet başkanlarının her fırsatta diplomatik ciddiyetin gereği kendisi hakkında “Sayın Cumhurbaşkanı”nından öteye hiçbir sıfatlamaya gitmeden toplantıyı sonlandırmaları aradaki kişilik farkını ortaya koyması açısından önemliydi. Ezik kişilikler kendi tarihsel sosyolojik kimliğiyle barışık olmamaları nedeniyle sürekli *bir yalanı da* yaşamları boyunca kendileriyle sürükleyen kişiliklerdir. Bu yalan onların oldukları değil, olmak istedikleri kişilikleri yansıtır. Elbette hayal dünyalarında kendileri için biçtikleri elbise kendi bedenlerine uymaz. Sonuçta ortaya çıkan ilk bakışta fark edilebilen acayip bir hilkat garibesinden başka bir değildir. İşte T.C. nin Faşist Diktatörünün de Uluslararası yalnızlığının uyguladığı politikaların kabul edilebilir olmamasının yanında kişisel olarak ta herkese antipatik gelen kişiliğinin altında yatan ana neden bu olsa gerek. Bu tür şahsiyetlerin yaşamakta oldukları nevrotik travmaların onları kişilik parçalanmasına yani tıbbi adıyla *Şizofreniye* kadar götürmesi kaçınılmazdır. İnsanlık tarihi boyunca toplumlar hep bu tür rahatsızlıkların sahipleri tarafından en büyük felaketlerle karşı karşıya bırakılmışlardır. Sezar’dan Napolyon’a, Rus Çarı Deli Petro’dan Hitler’e kadar bütün diktatörlerin kişilikleri mercek altına alındığında ruhsal uyumsuzluğu, kendini olduğu gibi kabullenememeyi görmek mümkündür. Dün TV de izlediğimiz trajikomik basın açıklaması bu yönüyle kendine “Efrin Fatihi” sıfatını yakıştırmakta sakınca görmeyen bu derece hastalıklı ruh haline sahip, sivil insanları çocuk, kadın, yaşlı demeden katleden bir insan kasabının şovuna dönüşmesi açısından içler acısı bir manzara arz ediyordu.
Meseleye Suriye halklarının geleceği açısından bakıldığında manzara daha da vahim bir hal almakta. Masada yan yana oturan üç kişinin de aslında Suriye’de yaşanan ve yaklaşık yedi yılı bulan trajedinin Suriye halklarına neler kaybettirdiği ile ilgili olmadıkları çok açık olarak gündemlerine ve söylemlerine yansımaktaydı. Sözde Suriye halkalarının yararı adına bir araya gelmiş bu üç devlet başkanının aslında Suriye hakkında hemen hiçbir konuda aynı düşünmedikleri yaptıkları basın toplantısına da yansıdı. Üçü de ısrarla terörle mücadeleden söz ederlerken, ortada yapılmış bir terör tanımı olmaması oynanan komediyi renklendiriyordu. Her birinin ağır silahları, hava üsleri, paramiliter güçleriyle Suriye Halklarına ait topraklarda terör estirirlerken bir yandan terörle mücadeleden bahsetmeleri komedini n trajediye dönüşmesinin ana nedenini oluşturuyordu. Devletlerin terörün ana kaynağı olduğu Kapitalist Modernite çağında toplumsallık adına Suriye’de devletler terörüne karşı direnen tek güç olan özgürlük hareketi ve onun bileşenlerinden oluşan QSD ‘nin Türkiye’nin Faşist Diktatörü Erdoğan tarafından her fırsatta hedefe oturtulmak istenmesine rağmen “iktidar ve devlet” konularında çok daha deneyimli olan diğer iki devlet başkanının yaklaşımlarındaki telkin göze çarpmaktaydı. İran’ın Ortadoğu siyaseti zaten bilinmekte, Suriye ve Esat’ın varlığı Arap ülkeleri arasında İran’ın güvenlik sorununu ortadan kaldıran bir sigorta işlevi görmesinin yanı sıra ideolojik olarak varlık sebebi haline getirdiği sözde İsrail karşıtlığının en önemli göstergesi olan “Hizbullah” ile bağlantısını bu kanaldan sürdürüyor olması da Esatlı bir Suriye’nin İran için önemini ortaya koymakta… Tabi, bütün bunların ardında yatan gerçek sebep ise merkezi iktidardan önemli bir bölge ülkesi olarak aldığı payı her geçen gün yükseltebilmekten başka bir şey değil. Bu ilişki köklerini İran-Irak savaşının başlangıcına kadar dayandırmakta… 2 Şubat 1982 de Hafız Esat’ın Suriye Müslüman Kardeşler Örgütüne karşı gerçekleştirdiği ve yaklaşık 30.000 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Hama Katliamına” İslam Devrimini gerçekleştirmiş bir ülke olarak sessiz kalmış olması daha o zamanlardan İran’ın Suriye politikasının nasıl gelişeceğinin sinyallerini vermekteydi. Ayrıca İran’ın Rusya ile gelişen ticari ve teknolojik ilişkilerinin, Suriye ve Rusya’nın BAAS rejimi ve Sovyetler zamanından kalan tarihi temellere sahip oluşu İran Suriye ilişkilerinin bu günkü biçiminin oluşmasında etkili olmuştur. Saddam rejiminin sona ermesini müteakiben İran’ın Irak devletinin politikaları üzerindeki etkisinin artması, Suriye ve Arap yarımadasının Kuzey Afrika’ya kadar yayılan bölgesinde Heşt-i Şabi adıyla örgütlediği ve kökeni Tahran merkezli Sıpah-ı Kuds’e dayanan paramiliter güçlerle Arap Yarımadasında bir Şii Hilali oluşturmuş olması bu gün artık bir sır değil. Irak Parlamentosunun Heşt-i Şabi ‘yi resmi güvenlik gücü olarak tanımlıyor olması bölgede İran politikalarının etkisini ortaya koyması açısından önemli bir gösterge… Şhangay Beşlisine yakınlığı da bilinen İran Ortadoğu’da sermayenin globalleşmesi savaşında Çin sermayesini ve Rus Teknolojisini arkasına alarak bu iktidar savaşının pay sahiplerinden biri olmak için elinden geleni yapıyor. Rusya ise Sovyet döneminden beri hayali olan *Sıcak Denizlere inme* stratejisini bu dönem Suriye ve Türkiye üzerinden gerçekleştirmiş durumda. Bölgedeki enerji geçiş hatları projelerinden aslan payını aldığı gibi, bölgenin doğalgaz konusunda en büyük üretim ve pazarlama kaynağına sahip ülkesi olarak sahip olduğu bu imkânı okyanus ötesi ülkelere pazarlama konusunda bu hattı kullanma ihtiyacı duymakta… Gazporm projesine yapılan birkaç milyar dolarlık ek ödemeyle Suriye hava sahasını Erdoğan’ın sivil halkın katili uçaklarına açarak insan hayatını nasıl pazarlanacak bir meta olarak gördüğünün ilanını bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştiren bir Rusya ile karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır. Elbette bütün bunların yanı sıra ABD ve Avrupa ülkelerinden özellikle Fransa’nın Suriye ile tarihsel bağlarının oluşu, İngiltere’nin yaklaşık 500 yıldır Kıbrıs adasından başlamak suretiyle bölgenin tarihine, demografyasına, jeopolitiğine yaptığı sürekli müdahaleler Rusya’nın bu günkü bölge politikasını etkileyen nedenler arasında… Bu açıdan bakıldığında dünkü basın toplantısında masa başında oturan üç devlet başkanından ikisinin tavrı ve temkini kendi iktidar ve devletçi tavırları içinde anlaşılabilirlik sınırlarını aşmıyordu. Asıl görülmelere sezâ tablo sömürge kişiliğin ezikleştirdiği aşağılık kompleksi içinde T.C. Faşist diktatörü Erdoğan’ın sergilediği saldırgan tutumdan başkası değildi. Ne zaman bir “Kürt” kelimesi duysa kırmızı görmüş boğalar gibi burnundan soluyarak saldırıya geçmesi, her fırsatta topraklarını savunmak için destanlar yazan YPG, YPJ ve QSD güçlerine terörist dayatmasında bulunması her ne kadar konuk devlet başkanları tarafından kabul görmese de hiç şüphesiz onların da bıyık altından gülüşlerini görmek zor değildi. Konuk devlet başkanlarını yüz ifadelerine yansıyan görüntü” Biz maşayı bulduk, elimizi yakmaya ne gerek var. Geleceğin Ortadoğu’da Kürt siyaseti için ne getireceğini görmek gerekir” tarzındaki düşünceleri ironi kokan gülümsemelerine kadar yerleşmişti.
Sonuç olarak; Tarihi-Sosyolojik kökenlerinden koparılarak siyasi İslam’ın iktidarcı-Devletçi ideolojisiyle Nato Gladyosu tarafından yetiştirilmiş bir Gürcü çocuğunun içine düştüğü Nevrotik psikolojiden dünya egemenlerinin sonuna kadar yararlanmak isteyeceği bu gün artık çok net olarak ortaya çıkmış durumdadır. Üzülerek ifade etmek gerekirse ne yazık ki “Devletli Uygarlık Tarihinin üretimi olan” bu türden ezik kişiliklerin toplumsal yaşamın başına açtığı belaların faturası hep büyük olmuştur. Dünkü basın toplantısından yansıyanların özeti olarak şu söylenebilir, 21. Yüzyılda toplumların başına bela olmuş devlet terörünün üç temsilcisinin Suriye halkları adına döktükleri “Timsah Gözyaşlarının” ardında gizlemeye çalıştıkları emperyalist emellerinin artık başta Kürt halkı olmak üzere Ortadoğu’nun özgürlük aşığı mazlum halklarını asla kandırmadığı olduğudur.