13 Nisan 2017 Perşembe Saat 07:36
Nakşîciliğin 1800’lerde Kürdistan’da Ortaya Çıkışı
1800’lü yıllarda Kürt İsyanlarının bastırılması sonucunda,
geleneksel Kürt elitlerinin önderlik kurumu olan Mîrlikler tasfiye edildi.
Mîrler toplumda geniş saygınlığı olan ve salt bir kaç aşireti yöneten
pozisyonda olmayıp, yer yer çok geniş coğrafik sahalarda kabul gören
kişiliklerdi. Denilebilir ki, gelişmiş Kürt feodalitesini temsil ediyorlardı.
Bu geniş sahadaki etkinlik ve saygınlık daralan, büzülen ve giderek yıkılmaya
yüz tutan Osmanlı için aynı zamanda –direnişler dikkate alındığında- büyük
tehlike arz ediyordu.
Mîrlerin yerine bir taraftan bolca ağalar ve ağacıklar
getirilirken, bunun yanı sıra Şeyhlik Kurumu öne çıkarılmıştır. Daha önceleri
Şeyhlik dini bir kurum olarak, manevi açıdan saygın yeri olan ancak maddi
açıdan Mîrliğin altında bir statü idi.
1800’lerin başında İngilizlerin Ortadoğu’ya girişine denk
gelen bir süreçte, Nakşî Tarikatı Ortadoğu’ya giriş yapmıştır. Ortadoğu toplumlarının
karakter haritasını içinde saklayan olgu, tarikat ve mezhep gerçeğidir. Nakşî
Tarikatı’nın kuruluş tarihçesi, 14. yy’ın sonlarına uzanır. Buhara’da Bahauttin
Nakşibendî (1318 ile 1389) tarafından kurulmuş olup esas görüşlerini 11. yy’da
yaşayan Abdulhaluk Gondjuvani’ye dayandırmaktadır. İçeriği ve ibadet disiplini
hakkında biraz bilgi vermek gerekirse kısaca şöyle özetleyebiliriz.
“Nakşibendîlik tasavvuf esasları temelinde örgütlendirilmiş
bir tarikattır ve genelde tüm tarikatlar gibi bazı temel kurallara sahiptir.
Temel yaklaşımı “her insan mutlaka bir mürşide bağlanmalıdır ilkesidir. Bu
mürşit ise tarikat şeyhidir. Bu öylesine temel bir kuraldır öyle ki, bunun
zorunluluğu “Şeyhi olmayanın kılavuzu şeytandır biçiminde izah edilmektedir.
Şeyhin denetiminde, Seyr-u Sülük adı verilen ve üç aşamadan
oluşan özel bir eğitim evresinden geçildikten sonra, tarikat üyesini Allah’a
ulaştırmak, çeşitli tarikatlar gibi Nakşibendîliğin de esaslarını belirler.
Bu aşamalar,
I-Biat Müridin şeyhinin Allah’la kendi arasında, aracılık
yapacak yeterliliğe sahip olduğunu kabulü anlamına gelmektedir
II-Kelimat-ı Semaniye Müridi tarikat esasları doğrultusunda
biçimlendirmeyi öngören, özel anlamlar yüklenen on bir kavramı ifade eder.
Bunlar
Hûş Der Dem, Nazar Ber Kadem, Sefer Der Vatan, Halvet Der
Encümen, Yâd Kerd, Bâz Geşt, Nigâh Dâşt, Yâd Daşt, Vukûf-i Zamânî, Vukûf-î
Adedî, Vukuf-î Kalbdir.
III-Zikir Zihninden Allah’ın adını tekrarlama, Kuran’dan
küçük ayetler okuma, şeyhinin suretini gözünde canlandırarak onu anma ve yardım
dileme. Buna Rabıta ismi verilmektedir ve Nakşibendîlikte diğer zikir
biçimlerinden daha büyük bir değere sahiptir. (Erdal Ergin-Nakşibendîlik
Ortadoğu Siyasetindeki Rolü ve Önemi)
Bu tarikatın Halidiye kolu 19. yüzyılın ilk çeyreğinde
Diyaeddin Xalid adlı bir Kürt tarafından meydana getirilmiştir. Tam ismi,
Eb-ül-Bahâ Eşşeyh Diyâeddin Mevlânâ Hâlit bin Ahmed bin Hüseyin eş-Şehrizûrî
el-Kürdî’dir. Xalid, 16 Haziran 1826 tarihinde Şam’da baş gösteren veba
hastalığına yakalanıp 49 yaşındayken vefat etmiştir. Caf aşiret üyesi olan ve
genellikle Mevlana Xalid olarak bilinir. 1778’de Süleymaniye merkezli Baban
beyliğine bağlı Karadağ’da doğar. Kadirilik tarikatına girer ve dönemin önde
gelen hocalarından olan Seyid Abdurrahim Berzenci, Seyit Abdulkerim Berzenci,
Melle Salih Necmar, Şeyh Muhammed Qasım Senandec’ten dersler alır. Hindistan’a
gidip 1808’lerin (kimi yerde bu tarih 1811 diye geçmektedir) başlarında geri
dönmesiyle başlayan süreç, Nakşibendî tarikatının Kürdistan’da gelişmesidir. Kısa
bir zaman içinde ünlü şeyh Abdullah Dehlevi’den Nakşibendîlik, Çistilik,
Kadirilik, Suhreverdilik, Kübrevilik gibi tarikatlardan icazet alır. Kendisini
bu tarikatların hırkasını giydirmeye, tefsir, hadis ve tasavvuf okutmaya,
bunlardan icazet vermeye yetkili halife ilan eden Mevlana Xalid Süleymaniye’ye
geldiğinde Kadiri tarikatının yoğun tepkileriyle karşılaşır.
Mevlana Xalid, Süleymaniye’de tutunamayacaktır. Kimi
tarihçiye göre Mevlana Xalid bir nevi bir Kürtçülük geliştirmek istediğini
belirtseler de, tarihi belgeler bunu doğrulamıyor. Örneğin: Kendisine dönük
çeşitli söylentiler ve ithamlar vardır. İngilizlere çalıştığına dönük iddialar
ve Hindistan’dan döndükten sonra Kadiriliği bırakıp, Nakşîliği geliştirmeye
kalkışması hedef olmasına yol açacaktır. Bunun üzerine Bağdat’a giderek, Davut
Paşa’ya sığınmıştır. Kendisini kabul eden Davut Paşa, Bağdadiye El-Hassasiye
adında bir okul açarak faaliyet yürütmesine imkân sağlamıştır. Ve bunun için
bir ara ismini değiştirecek ve Diyaeddin Xalid El Bağdadi yapacaktır. Ancak
yine tutunamayarak Irak’ı terk etmek zorunda kalacak, Suriye’ye gidecek ve
orada Şam yakınlarındaki Salihiye’ye okulunu kuracaktır. Özellikle Kadirilik
ile Rufailik gibi Arap kökenli Sünni tarikatlara ilgi gösterilen bölgede,
Nakşibendîliğe kısa sürede büyük bir saygınlık ve etkinlik kazandırmıştır.
“Mevlana Halid’in kurduğu ve adıyla anılan Halidiye Kolu’nun
diğer tarikatlardan fark anlamında, en temel farkı “Rabıta dır. Yoğunlaştırma
ve konsantrasyon sağlamada çeşitli uzak doğu dinlerinin kullandığı meditasyon
yöntemlerini çağrıştıran Rabıta yöntemi, Nakşibendîliğe özgü bir tarikat
disiplini olarak, müridin Allah’a ulaşmasında temel yol olarak izah
edilmektedir, fakat müridin şeyhe kesin, mutlak ve sürekli bağlılığını sağlamak
üzere geliştirilmiş bir kuraldır. Bu tarikatı merkezileştirme, devamlılığını
sağlama ve etkinliğini artırmada temel bir rol oynamıştır. Örgütsel disiplin ve
bağlılık böylesi bir uygulamayla, teorik izaha kavuşturulmuş, ideolojik bir
boyut kazanmıştır. (Nakşibendîlik Ortadoğu Siyasetindeki Rolü ve Önemi)
Şam’a yerleşen Mevlana Xalid, burada gelecekteki tüm
halifelerini eğitecektir. 11 Halife’den bahsedilmektedir. Kürdistan’a da bu
eğitilen Halifelerinden çok sayıda gönderecektir.
“Kürdistan’ın en ileri gelenleri arasında El Seyyid El Şeyh
Abdullah El Şemzini (El Şemdinli) ile kardeşi Seyyid El Taha sayılır. El
Hakkâri ve El Seyyid Taha aracılığıyla, tekmil Kürdistan’ı denetimi altında
bulunduran M. Halit, Şeyh Halid El Ciziri’yi Botan-Cizre bölgesine ve Şeyh
İsmail El Şirvani’yi de Dağıstan bölgesine gönderdi. Karadeniz sahilindeki
halifesi Şeyh El Hac Feyzullah El Erzurumi, Urfa’daki ise Hortavizade Şeyh
Muhammed Hafız El Ruhavi’dir. Onun adına Erzincan’da faaliyet gösteren halifesi
ise Şeyh El Bağdadi ile El Erzincani’dirler. (Nakşibendîlik Ortadoğu
Siyasetindeki Rolü ve Önemi)
Büyük Kadiri Şeyhleri birer birer Nakşibendîliğe geçiş
yapmışlardır. Bunlardan en bilinenleri Saadete Nehriler, Arvasiler, Olekiler,
Tahkilerdir.
İsmail Beşikçi, “Doğu Anadolu’nun Düzeni isimli
çalışmasında bunların dağılımını ve faaliyet alanlarını şöyle özetlemektedir
“-Şeyhleri Seyit Taha Nehri (Taha-ı Hakkâri) olan Seyitler
birinci kolu oluşturmaktadır ve Hakkâri, Başkale, Güney Kürdistan ve Doğu
Kürdistan’da etkili olmuşlardır.
-Şeyhleri Şeyh Eylê Paloê (Şeyh Said’in dedesidir) olan
Paleviler, ikinci kolu oluşturmaktadır ve Tekman, Hınıs, Bingöl, Lice, Amed,
Palu ve Varto civarında etkili olmuşlardır.
-Şeyhleri Şeyh Eminê Şervani ve Şeyh Muhammedi Kufrevi olan
Kufrevi kolu, üçüncü kolu oluşturmaktadır ve Patnos, Tutak, Eleşkirt, Ağrı,
Kağızman, Sarıkamış, Karayazı bölgelerinde etkili olmuştur.
-Şeyhleri Hizanlı Gevs olan Taği kolu, dördüncü kolu
oluşturmaktadır Bitlis, Van, Muş, Mutki, Çatak, Kurtalan, Batman, Karayazı
bölgelerinde etkin olmuştur.
-Şeyhleri Şeyh Qasımi Ciziri olan Mîri kolu, beşinci kolu
oluşturmaktadır ve Urfa, Mardin, Cizre, Güney Kürdistan ve Küçük Güneyde
etkinlik geliştirmiştir.
Bu kollara bağlı olmakla beraber, küçük kollar halinde
beliren bazı tarikatlar daha vardır. Lice’de Şeyh Selim tarikatı, Kozluk ve
Garzan’da Zogeydli Şeyh Mahmudun Zogueydi tarikatı, Mutki, Batman’da Şeyh
Êlaeddine Oxune’nin tarikatı, Nusaybin, Küçük Güney ve Kızıltepe’de Şeyh Êxmede
Xezna’nın tarikatı faaliyet göstermiştir. “
“Bu kollardan birinci kolu oluşturan Taha-i Hakkâri’nin
halefleri Kürdistan ve Türkiye’de etkin olmuşlardır. Taha-i Hakkâri, Nehri
şeyhlerinin ilki ve Bağdadinin halifesi olan Abdullah-ı Hakkâri’nin kardeşi
Molla Ahmet B. Salih Geylani’nin oğludur. Osmanlı Meclisi Mebusan’ında
milletvekilliği yapmıştır. Oğlu Şeyh Ubeydullah’tır ve 1880 de önce İran’a,
sonra Osmanlıya yönelen bir isyan hazırlamıştır. İki gücün ortaklığı sonucu
isyan bastırılmış, isyana Önderlik eden Ubeydullah oğlu Abdulkadir ile birlikte
1881’de Mekke’ye sürgün edilmiştir. Ubeydullah sürgün bulunduğu Mekke’de
ölürken, oğlu Abdulkadir Osmanlı Ayan Meclisi üyeliği ve başkanlığı yapmıştır.
Fakat daha sonra o da, 14 Şubat 1925’te gelişen Şeyh Said isyanına destek
verdiği suçlamasıyla, 12 Nisan 1925’te oğluyla birlikte Amed Ulucami önünde
idam edilmiştir.
“Nakşî şeyhleri arasında Gümüşhaneviye (Küfrevilik)daha çok
Kafkas kökenlilerin mürit olmaları, onun da orijin olarak Kafkasyalı olduğu
ihtimalini akla getirmektedir. Çünkü çeşitli Nakşî kolları genelde böyle ırki
bağlarla oluşmuştur. (Ferit Aydın. Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik)
İlginç bir durumu Bazil Nikitin, “Kürtler adlı kitabında
ele almaktadır. Nakşîlerin mistik hücreler diye isimlendirdikleri yapılanma
dikkat çekicidir. Bazil Nikitin Kürtler kitabında şöyle yazmaktadır:
“Kürt dervişçiliği aşiret planında örgütlenmiştir. Gerçek
öğretiyi elinin altında tutan ve çevresi çömezlerle sarılmış olan şeyh, o
öğretiyi kendi evinde öğretmekte, yorumlamaktadır. Müritlerin en iyileri
ileride aşiretler nezdinde temsilci (halife) olacaklardır. Böylece Kürdistan,
bir uçtan bir uca aşiretlerin coğrafya durumuna uygun bir biçimde, bir ‘mistik
hücreler’ ağıyla kaplanmıştır.
Mîrliğin yerine geçen Şeyhlik, toplumda uzlaştırıcı ve kaosu
giderici bir rol oynayarak belirgin bir hal kazanmıştır. Giderek güçlenen
Nakşibendî tarikatı, Kürdistan’da manevi sahanın da dışına taşarak politik
sahada, yani yaşamda en etkin güç durumuna gelmiştir. Prof. Dr. Mübeccel Kıray
bu tür güç değişimleri ‘Tampon Fonksiyon’ olarak kavramlaştırmaktadır. Nakşîlik
sonradan da göreceğimiz gibi gelişebilecek olası bağımsızlıkçı duruşlara karşı
bir bollwerk rolünü oynayacaktır. Yani bir savunma kalesi rolünde
anti-özgürlükçü ve toplumu geriye çekici bir pozisyonda olacaktır!
Yukarıda Kürdistan’da 1800’lerin başlarında giderek gelişen
direnişleri anlattık. Bu direnişleri yürüten Mîrlerin neredeyse Kürdistan’ın
birçok bölgesine hakim olduklarını tarihi olgularla izah etmeye çalıştık. Bu
gelişme esasta batıda toprak kaybeden Osmanlıyı ciddi olarak zorlamaya
başlamıştır. Batıda durmadan kaybeden Osmanlı’nın doğuda, yani Kürdistan’da
bunun telafisini düşündüğü ve planladığı bir zaman diliminde tersi bir gelişme
yani arzulanan bir özgürlük ve özerklik düzeyi kolaylıkla gelişemeyecekti.
Bundandır ki birkaç yüzyıllık antlaşmalar fes ediliyor ve bunun yerine bu
Mîrliklerin ezilerek parçalanması ve küçük parçalara bölünmesi süreci
başlatılıyordu. Çok büyük Mîrlikler, Osmanlı için büyük ‘belalar’ demekti. Hele
hele bu kadar kritik bir süreçten geçmişken, bu denli güçlü Mîrlikler
olmamalıydı.
Mîrlik kurumu Kürdistan’da çok etkili ve saygın bir
kurumdur. Bugün dahi Kürtlerin birçok türküsünde, şiirinde, romanında ve
ezgilerinde Mîr kelimesi saygıyla anılır. İşgalci ve istilacı güçlere karşı
dağların zirvelerinde, ovaların ve geniş zozanların erişilemez bölgelerinde
aşiret yapısı olarak varlıklarını devam etme süreci içinde olan Kürtler, doğal
otorite anlamında Mîrlik kurumunu geliştirmişlerdir. Yüzyıllarca tarihsel
oluşum ve gelişim seyri olan bu doğal otorite kurumu Kürt direniş ve isyanları
içindeki ihanet döngüsünde gördüğümüz üzere daha sonraları işbirlikçileşen Kürt
elitleri tarafından dejenere edilse de ağırlıklı toplumsal yapı içerisinde
geleneksel ve saygın bir Önderlik kurumu olarak kabul görmüştür.
Böyle etkili ve saygılı bir kurumun parçalanması ya da
ortadan kaldırılması çok büyük otorite boşlukları yaratacaktır. Bu boşalan
otoritenin yerine Şeyhler devreye girecektir. Özelde ise Nakşîlerin Şeyhleri!
Önceleri salt dini işlerle uğraşan şeyhler, Nakşîlikle birlikte siyasal sahada
da etkinlik kuracaklardır. Ve gördüğümüz gibi giderek Nakşî Şeyhleri toplumda
tek otoriter güç olarak gelişeceklerdir. Buna Osmanlı’nın icazeti de eklenecek
olursa, gelişmelerinin önünde hiçbir engel kalmayacaktır. İşte söylenen “Tampon
Fonksiyon budur. Toplumun tüm hücrelerine sızmış yeni bir yapılanma söz
konusudur!
Ağalık ve şeyhlik, çoğu zaman büyük mülklerle iç içe
geçmiştir. “Toplumda güçlü örgütlenmiş ailelere dayanan bir yapı olarak Kürdistan’da
bu kurumların izni olmadan neredeyse yaprak bile kıpırdamayacaktır. Bugün
Güney Kürdistan’ da bulunan Barzani ailesi, bu durum için iyi bir örnek olarak
gösterilebilir. Bitlis’te bulunan böyle birkaç aile sıralanabilir. Bu ailelere
karşı durmak, onların hizmetine girmemek, dinden uzaklaşmak hatta
Müslümanlıktan çıkmakla neredeyse eşdeğer olarak algılanır. Kürt Toplumu, halen
bu beyinlere çöreklenmiş yapıları derinliğine hissetmektedir. Bu durum özelde
Güney Kürdistan’da çok etkili bir haldedir.
Bu arada kısaca Kadiri tarikatının tarihçesini ve Nakşilikle
arasındaki temel farkları da özetlemekte fayda vardır. “Kadiriliğin yerine
geçen Nakşîliğin farklılıkları da vardır. Ancak bu farklılıkları ele almadan
çok kısa da olsa bir parantez açarak, Kadiriliğin kurucusuna ilişkin kısa
birkaç bilgi vermemiz yerinde olacaktır.
Kadiri tarikatının kurucusu Abdülkadir Geylani’nin yaşamı
hakkında fazla bilgi yoktur. Türbesi Bağdat’tadır. Ve önemli bir ziyaret
yeridir. 1077–1166 yılları arasında yaşamış ve sonradan Bağdat’a göç etmiştir.
İslam hukuku uzmanı olduğu, genç yaşlarda sofizmin muhalifi olduğu, ancak orta
yaşlarda sofi eğitimi aldığı ve birkaç yıl boyunca inzivaya çekildiği, derviş
hayatı yaşadığı ve sonrasında ünlü bir vaiz olduğu belirtilir. Ancak Kadiri
tarikatının yayılışı 15. yy’dan önce olmamıştır. 1300’ler de Suriye ve Irakta
bu tarikatın varlığına işaret eden araştırmalar vardır. Orta Kürdistan’da ünlü
bir şeyh olan Sadate Nehri’nin, Kadiri’nin oğlu Abdülaziz dolayısıyla torunları
olduğu belirtilir ama kesin değildir. Sadate Nehri’nin Orta Kürdistan’a bu
tarikatı benimsetmek için geldiği de söylenir. Sadate Nehri’nin ailesi, zamanla
güçlü bir hanedan aile oldular ve önemli bir gücü ellerine geçirdiler.“
(Aşiretçilik ve Milliyetçilik).
Kadirilik daha çok dinsel sahayla ilgiliyken, Nakşîlik
Mîrlerden boşalan sahalara da müdahale ederek siyasal bir etkinlik
uygulamaktadır. Ve bunu yaparken Nakşibendîlik salt tasavvuf kurallarını esas
almakla sınırlı kalmamaktadır. Temel yaklaşımı “her insan mutlaka bir mürşide
bağlanmalıdır biçimindedir. Bu mürşit ise tarikat şeyhidir. Bu öylesine temel
ve zorunlu hale getirilmiştir ki, tarikatta “Şeyhi olmayanın kılavuzu
şeytandır denilmiştir. Şeyhe bağlanmanın pratik tedbirleri de
geliştirilmiştir. İşte bu yaklaşımlarıyla Nakşîlik, toplumsal yapıya direk
eylemleriyle müdahale etme gücünü elde etmektedir.
Kadirilikte sadece “tekke denen tarikat mekânları vardır.
Müritler genelde okumamış, gezgin ve geçimlerini halktan sağlayan dervişlerden
oluşur. Dolayısıyla maddi ve pratik otorite anlamında fazla itibar sahibi
değillerdir. Tarikat daha çok şehirlerde siyasi otoritenin gölgesinde
kalmıştır.
Nakşibendîlik ise tam tersine aristokrat ve varlıklı
ailelere dayanır. Kadiriler sadece din işleriyle meşgul olurken, Nakşîler dinin
yanı sıra siyasi bir otoritedirler. Başka bir fark ise Nakşi müritlerine Sofu
denilirken, Kadiri müritlerine ise derwêş denilmektedir.
Faik Bulut, “İslamcı Örgütler adlı kitabında bu hususa
ilişkin şunları söylemektedir:
“Mevlana Halit’in, Halidiye kolunu Kürdistan’da tek merkez
haline getirmesi kimilerince ‘Tarikat devrimi’ olarak nitelenir. İki nedenden
dolayı böyle bir değerlendirmeye gidilmiştir. Bir, Kadiriler genelde Kürt
Beyleri’nin (Mîr veya Mîrê Mîran) egemenliği altında ve ona bağlıydılar.
Medreseleri ve geçimleri Mîr’lerin sayesinde gerçekleşirdi. Ayrıca Kadiriler,
sadece tekke/zaviye türü şeylere sahiptiler. Mürit ve dervişleri de pek alim
sayılmazdı, hatta çoğu medrese mezunu bile değildi. Köylerde yaygın olmayan
Kadiriler, şehirlerde aristokrat aile ve Seyitlerin gölgesinde kalıyordu.
Dolayısıyla Kürt Beyleri’nin siyasi/ekonomik rollerinin gerilemesi, aynı
zamanda Kadirilik tarikatının da gerilemesi olmuştur. İki, Nakşibendîlik,
beylerin gerileme döneminde ortaya çıkmış dolayısıyla onların gölgesinden
kurtulmayı başarmıştır.
Ayrıca tekke ve medreseleri birleştirerek kendi öz gelir
kaynaklarına dayanmaya, halktan bir şey almamaya çalışmış ve bunu
başarmışlardır. Medrese mezunlarını da seçkin alimler yapan Nakşibendîlik,
halkın nazarında aşağılanan Kadirilerin dervişlik imajını da silmiştir. Öyle
ki, başlangıçta Nakşibendîlik kolunun Kürdistan’daki yayılmasına çok sert tepki
gösterip, çeşitli engellemelere başvuran Kadiriler arasındaki önemli şeyhler,
30–40 yıllık bir zaman zarfında Nakşîlik yolunu seçmişlerdir.
Nakşî tarikatının Osmanlılarla ilişkisi ve çelişkisinin
tarihçesi ise şöyledir. 1810’ların başlarından itibaren Halidiye, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kalbi İstanbul’da da hızla gelişme kaydeder. Zamanın devlet
adamları bu durumdan dolayı büyük bir endişeye düşerler ve bir gece tarikatın
tüm taraftarlarını toplatarak Sivas ve Bağdat’a sürgüne gönderirler. Fakat bir
gün Bağdat’tan gelen bir rapor, Osmanlı–Halidiye çatışmasının rotasını
değiştirir. Daha doğrusu sıkı bir ittifakın önünü açar. Bağdat Valisi Said
Paşa, kendinden önceki Vali Mahmut Paşa tarafından tarikata ilişkin hazırlanan
raporu İstanbul’daki saraya ulaştırmıştır. Raporda Osmanlı’yı tehdit etmeye
başlayan Arabistan çıkışlı Vahabi Hareketine karşı, Nakşî /Halidiye tarikatının
kullanılması önerilmektedir. Vahabi Hareketinin gelişimi demek, gelişecek
farklı bir İslami model olacağı için Hanefi olan Osmanlıları zorlayacak ve
muhtemelen zaten dağılmayı yaşayan Osmanlıyı daha erkenden parçalanmaya
götürecektir.
Konumuza devam etmeden önce, bir parantez daha açarak
Vahabiliği biraz açalım. İdeolojik kaynağını Selefiyyun Hareketine dayandıran
Vahabi Hareketi, Arap Yarımadası’nda ortaya çıkmıştır. 18. yy’ın ikinci
yarısında ortaya çıkan Vahabi Hareketinin özelliği feodal İslam’ın sorunlar
karşısında yaşadığı yetersizliği aşmaya çalışan ve bu noktada İslam’ın ilk
halinden uzaklaşan hareketlere tepki hareketi biçiminde ortaya çıkmış
olmasıdır. Şahısların aşırı derecede kutsallaştırılması, bunlardan medet
umulması, onları ziyaret ederek Allah’a yakın olunmak istenilmesi ve bir bütün
dinde bulunmayan ibadet biçimlerinin yaygınlık kazanması (Zikir, Rabıta, vb.),
Vahabi Hareketi’nin karşı çıktığı ve varlığını gerekçelendirdiği hususlardır.
Bunlar ideolojik özellikleri olurken Vahabiliği esas belirleyen olgu gelişen
Arap Milliyetçiliği’ni temsil etmesidir. Osmanlıya karşı Arap milli uyanışını
temsil eden Vahabi Hareketi, Osmanlıya karşı isyana başladığı tarihten itibaren
yoğun bir mücadele içine girmiş ve bu Arap yarımadasının kurtulmasına kadar
oldukça etkin biçimlerde sürmüştür.
“Nakşibendîler can düşmanı olarak mimledikleri Vahabiler
aleyhine yüz elli yılı aşkın bin zamandır bütün gayret ve güçleriyle yoğun bir
karalama savaşı sürdürmektedirler (Ferit Aydın. Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik)
Ve unutulmamalı ki İngilizler, yüzyıl sonra Ortadoğu’da
yaşanacak olan parçalanmayı Vahabi olan Suudi ailesi eliyle yapacaklardır.
Başkan Apo, Osmanlılarla-Nakşîler arasında oluşan uzlaşmayı 1818 tarihi olarak
vermektedir.
Başka bir ilginç durum ise, Kürdistan 19. yy’da boydan boya
bir direnişi yaşamışken, Kürdistan’ın giderek siyasal olarak zayıflaması ve
parçalanması gerçeğidir. Mîrlik esas itibariyle gerilikleri olsa da, Kürtlüğe
yakın duran bir olgudur. Birçok aşiretin, aşiret üstü yapının hatta yer yer
farklı azınlıkların içerisinde yer alan oluşumlardır. Ancak ne hikmetse
Mîr’ler, Kürdistan’da tasfiye edildikten sonra yerlerini daha küçük olan ancak
sayıca bol olan Ağalık Kurumu’nun almasıdır. Anlaşılan şudur Nakşîlik,
Osmanlılarla anlaşarak Kürdistan’ı daha fazla parçalara bölme sözü vermiştir.
Belki de Osmanlıdan ziyade İngilizlerin daha küçük ve parçalanmış yapılar
istemelerinden olacak ki, Nakşîlik bu görevi gönüllüce yerine getirmiştir. Ve o
gün bugündür, Kürdistan’da parçalanmışlık en küçük birimine kadar yaygın hale
getirilerek derinleştirilmiştir.
İngilizlerin 1800’lerin başlarında Ortadoğu’ya sızmaları
dikkate alındığında, Mevlana Xalid’in o dönemler İngiltere’nin kolonisi olan
Hindistan’da eğitim görerek, tekrar Ortadoğu’nun göbeğine gönderilmesi
düşündürücüdür.
Başkan Apo’nun da ifade ettiği gibi: “Uzun süreli beylik
inisiyatifleri 19. yüzyılın ikinci yarısında önemli oranda kırılmıştır. Bu
durum şeyhlik kurumunca değerlendirilmiştir. Zaten beylik kurumuna en büyük
darbeleri vuran Sultan İkinci Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye ederken, resmi
tarikatı olan Bektaşiliği de darbelemiş oldu. İkinci Mahmut ortaya çıkan
meşruiyet boşluğunu yeni bir tarikatla, Nakşîlerle doldurmaya çalışmıştı. Bu
dönemde Nakşî tarikatında etkili olan Kürt Nakşî şeyhleri ön plana çıktılar…
Sultanlığın yeni işbirlikçileri olarak şeyhler beylerin yerine ikame edildiler.
Sarayda etkileri gün geçtikçe arttı. Kadirî tarikatının da benzer bir rolü ön
plana çıktı. Yine Kürt Şeyhleri ön plandaydı. Çağdaş Kürt hareketlerinde
şeyhlerin rolü çok az araştırılmıştır. Hâlbuki beylik ve aşiret kurumunun
zayıflaması üzerine, sarayla yaptığı işbirliği nedeniyle hızla güçlenen ve
inisiyatif kazanan kurum şeyhlik kurumu olmuştur. Bunda saray yönetimleri
bilinçli hareket etmiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda Kürdistan’da cemaat
anlayışına dayalı toplumun gelişmesinde, tarikat kurumlarının rolü belirleyici
olmuştur. Fakat bu denli hızlı gelişmelerinde sarayla içine girdikleri bir nevi
ajanlık olan işbirlikçilikleri önemli rol oynamıştır. Sistem onları yeni
meşrulaştırıcı güç olarak kullanmaktadır. Kendiliğinden oluşan sivil toplum
kategorisine girmezler. Daha doğrusu, bu yönleri hep zayıf kalmıştır. Halk
şeyhlik kurumunun ajan ve işbirlikçi yönünü bilmemektedir. Bu yön hep gizli tutulmuştur.
Her iki yüzyılda da şeyhlerin esas rolü, beyliklerin sadakati yerine, kendi
önderliklerinde yeni ve daha güçlü olan bir sadakati ikame etmek olmuştur.
Tıpkı beylik aristokrasisinin sistemin meşrulaştırılmasında ve
sürdürülmesindeki rolüne benzer biçimde, tarikat şeyhlerinin de meşruiyet
sağlanmasında ve sürdürülmesindeki rolleri önemle araştırılmak ve açığa
çıkarılmak durumundadır.
Bugünlerde neredeyse tüm Nakşî şeyhlerinin icazet aldığı ve
onaylandığı merciler ABD ve İngiltere olduğuna göre, böyle düşünmenin çokta
yanlış olmayacağı kanısındayız. Son yıllarda Hollanda merkezli Nakşiliğin resmi
düzeyde savunulması ayrıca düşündürten hususlar arasında yerini almaktadır.
Kürdistan’da Yapay Olan Ağalık Kurumu’nun Oluşturulması
19. yy’da toplumun birçok değeri değişime zorlanmıştır.
Dönem artık görece ademi merkeziyetçi imparatorluk hegemonyaları dönemi
değildir. Dönem, hızla emperyalist aşamaya doğru geçmekte olan merkezi
kapitalist hegemonyanın ulus-devletler oluşturma dönemine dönüşmüştür. Toplumsal
sadakat, aşiret reisliğine sadakati aşarak milli söylemler sadakati kapsamına
alınmıştır. Fiili bağımsızlığa yönelen bir saldırıya karşı, bir direniş
geliştirerek gerektiği zamanda bazı değerler uğruna ölünebileceğini de ortaya
konmuştur. Eskinin yıkılması sonucu yeni kurulamayınca, toplum yaşamında
çeşitli bunalımlar baş göstermektedir. Karmaşa ve kaotik durumlar
gelişmektedir. Bu toplumsal bunalımlar ileriye doğru yol alamayınca, bazı
gerici kurumlar için yeni zemin ve güç kaynakları oluşmaktadır.
Toprak aristokrasisine dayanan Emirlerin yıkılışı, yerini
ağalara bıraktı. Sonrasında aşiretler üstü bir kurum olan şeyhlik de etkili
olacaktır. Önceleri ağalar, emirlerin topraklarında küçük çaplı çiftlik,
ticaret ve hayvancılık yapıyorlardı. Emirlerin yıkılmasıyla bu topraklarda
mantar bitercesine ağalık öne çıktı. Osmanlı bu süreci hızlandırmak için
1858’lerde gerçekleştirilen Arazi Kanunu ile gerekli zemini oluşturarak
kolaylık sağladı. Arazi Kanununun ifade ettiği gerçeklik ise şöyleydi: “Tımar
düzeninin kaldırılması ve Tazminat Fermanı’nın ilanı ile Osmanlı Devleti toprak
idaresinde, tam mülkiyete geçmeye başlamıştır. 1847 yılında miras yolu ile
intikali (evlada kalması) hakkı genişletilmiştir. 1858 yılında ise geniş bir
“Arazi Kanunu” çıkarılarak bütün -Osmanlı toprakları yeniden
düzenlenmiş, çeşitleri, miras yolu ile intikali, toprak üzerindeki mülkiyet
meseleleri çözümlenmiştir.
Bu yeni toprak düzeniyle, Kürdistan’daki özerk statüye
resmen son verilmiş olunuyordu. Büyük topraklar Mîrlerin yüzlerce etkisiz ve
kendisinin güdümündeki ağalara verilmiş oluyordu. Özünde Kürt yerel otoritesi,
merkezi Osmanlı otoritesi içinde böylece eritilmiş oluyordu. Geçmişin görece
otantik Kürt elitleri yerine, geleceğin kapitalist sistemiyle uyumlu yeni bir
işbirlikçi ve hain sınıfı böylece doğmuş oluyordu. Nasıl ki Nakşîliği “Tampon
Fonksiyon üslenmiş bir yapı olarak ele aldıysak, benzer bir rolün de ağalar
tarafından oynandığı gün gibi açık bir gerçekliktir. Biz buna “bir toplumun
yeniden kendisine gelme çabalarının önüne konulan barajlama girişimi şeklinde
adlandırabiliriz.
Bugün halen daha Kürdistan’da etkili olan ve Kürt toplumsal
yapısını bölmekten ve parçalamaktan öteye rol oynamayan ağalık kurumunun,
150–160 yıllık ömrü bulunmaktadır. Kürdistan Tarihi’nde kendilerinden istenen
işbirlikçi düzeyden çok daha fazla rol oynayarak, günümüzde de hala kraldan
daha kralcı olmaları bu tarihi mirastan gelmektedir. Toplumun bağrına saplanmış
bir hançer rolündedirler!
İsmail Beşikçi Hoca, “Doğu Anadolu Düzeni adlı yapıtında yukarıda
dile getirilenleri kanıtlayan verileri sunuyor. “Mîrler sonrasında ağaların
ortaya çıkışını, emirliklerin yıkılış dönemlerinde Babanları inceleyen Rich’ten
aktaralım “1851’de tüm arazinin başka bir biçimde tapuya verilmedikçe Osmanlı
İmparatorluğu’na ait olduğu öne sürüldü (O güne dek Baban ailesinin elindeydi),
ama bütün köyün tek bir kişinin malı olmayacağı yasası genellikle dikkate
alınmıyor ve uygulanmıyordu. Fakat aşiret liderleri, beyler rüşvet vererek bir
kaç tanıkla köyü mülkü alarak tapuya yazdırıyor. Bu resmi işlevleriyle, ilgili
vergileri toplamak etkili bir biçimde toplamak ve yürütebilmek için bir güç
olmalıydı. Sonuçta kendilerinden önce bu topraklara sahip ataları bulunmayan
bir grup toprak sahibi ortaya çıktı.
Yaşanan dönüşümün bir ürünü olarak, bu feodal artıklar
ortaya çıktı. Diğer yönüyle birlik gücünden yoksun kalan aşiretler, tekrar
kendi başlarına kaldılar. Birbirlerinden tecrit halde kendi başına yaşayan,
birbirleri ile çatışan ve kan davalarının alıp başını yürüdüğü bir kaos ortamı
giderek derinleşti. Toplumsal yapı bölündü. Aşiretler birlikteliği olan
emirlik, iktidarı süresinde aşiret yapılanmalarını çözmeyip muhafaza etmiş,
hatta güç dengesi oluşturmak için teşvik bile etmişti. Oysa şimdi, aşiretler
daha kötü bir vaziyette eski hallerine döndüler. Adeta bir parçalanma, kendi
kabuğuna çekilme ve keşmekeşlik ortaya çıkan tablo oldu. Bu hiç şüphesiz çok
ciddi toplumsal bir yaralanmaydı.
Mîrler tarih sahnesinden çekilirlerken, geriye navdar
ailelerini ve isimlerini bıraktılar. Tabii ayrıca bir de dediğimiz gibi
keşmekeşliği! “Nasıl ki 1800’lü yılların başlarında bir zorlanmayı
yaşamışlarsa, yüzyılın sonlarında da bir zorluğu ve çıkmazı yaşamaktaydılar.
Bir çıkış yolu gerekiyordu. Çıkış, nasıl bulunacaktı? Bunu tarih gösterecekti.
19.yüzyılın başında olduğu gibi ortasında da bir çıkış yolu için
zorlanılıyordu. Yüzyılın başlarında isyanları çözüm olarak ele almışlardı.
Ortasında ise bir arayış içindeydiler. Şimdi ise yeni bir figüre ihtiyaç vardı!
İsyanlar her ne kadar halk nezdinde kimi milli duygular
geliştirmiş olsa da, 19. yy sonlarında Kürtler daha fazla parçalanmıştır.
Sonradan Hamidiye Alayları’nda göreceğimiz gibi ciddi olarak zayıflamışlardır.
Parçalı direnişler, öngörüsüzlük, bencillik, kendi çıkarlarının ötesine
geçememe, benmerkezci yaklaşımlar ile bunlarla bağlantılı olarak liderlikteki
darlık direnişlerin sonuç almamalarına yol açmıştır.
Belirleyici önemde olan diğer bir etken de, sürekli
vurguladığımız gibi Kürt Tarihi’nden süzülerek gelen ihanettir. Her direniş ve
isyanda mutlaka karşıtının yanına geçerek, direnişe geçenin karşısına dikilme
görülmüştür.
Tasfiye edilen Mîrliklerin ardından özenle, gelişebilecek
olası direnişlere karşı alternatif olabilecek kişilikler öne çıkarılmışlardır.
Yukarıda dile geldiği gibi kılıç artıklarından, Kürt toplumunun yüreğine hançer
gibi saplanacak olan ağalık kurumu oluşturulacaktır. Oldukça hassas ve ince
elenip sık dokunarak ele alınıp geliştirilen bu parçalayıcı kurum adeta kırk
iple de muktedire sıkı sıkıya bağlanmıştır. Osmanlı, bir taraftan bu
yetiştirmeleri öne sürerken, diğer taraftan da tehlike olabilecek kişilikleri
idam sehpalarında sallandırmış ve yalnızca kendilerine özgü olan kazığa geçirme
yöntemleriyle katletmişlerdir. Yüzyıllardır uygulana gelen bu işgalcilerin
politikaları, yaşamı zehir zemberek edecektir. Bölüp zayıflatarak yönetmek,
deyimin en gerçek anlamıyla bu olmalıdır. Kılıç artıklarıyla, geçmişin direnen
kesimleri arasına nifak tohumları ekip ağacıkları destekleyerek, bu toplumsal
parçalanmayı derinleştirmenin yolu bulunmuştur.
“Devletler Arası Sömürge Kürdistan kitabında bu olguya
ilişkin Böl–yönet politikalarının hedefi olmak, bir ulusun tarihinde
uğrayabileceği en büyük felaketlerden biridir. Çünkü böl-yönet politikası,
ulusun beynini dağıtmaktadır, iskeletini parçalamaktadır. Böylesine güçlü bir
darbe yiyen halk bir daha kendini kolay kolay toparlayamamaktadır diye
yazmaktadır.
Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabında: “Ezen ve
ezilen arasındaki ilişkinin temel öğelerinden biri kural belirlemedir. Her
kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu
da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince
dönüştürür. Böylelikle ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır, ezenin
ilkelerini izler demektir. Başka bir yerde ise yine Paulo Freire: “Ezilenler,
yabancılaşmanın etkisiyle ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit
etmek, onu izlemek isterler der. Nedeni açıktır: “Kültürel istilanın başarısı
için, istilaya uğrayanların mutlak şekilde daha zayıf olduklarına ikan
edilmeleri şarttır. Her şey karşıtını da içinde barındırdığı için, istilaya
uğrayanlar kendilerini değersiz saydıkları ölçüde, zorunlu olarak istilacıların
üstünlüğünü de tanımak durumda kalırlar. Böylece istilacıların değerleri
istilaya uğrayanlar tarafından örnek alınmaya başlar. İstila ne kadar keskin
vurgulanıyorsa, istilaya uğrayanlar kendi kültürlerinin ruhuna ve kendilerine
ne kadar çok yabancılaşırsa, istilacılara o kadar çok benzemek, onlar gibi
görünmek, onlar gibi konuşmak isterler diye devam etmektedir.
Albert Memmi Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin
Portresi kitabında bu duruma: “Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge
insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir.
Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır…
Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası
alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir demektedir. Bu durumu
aşmanın tek yolu vardır: “Sömürge durumuna alışılamaz demir bir yaka gibi
ancak kırılabilir diyen ise Frantz Fanon’dur.
PKK’nin geliştirdiği Ulusal Kurtuluş Mücadelesine karşı,
yetiştirilen ve öne çıkarılan kontralaşmış çeteler ve korucu başları olurken,
saygın ve yurtsever olan kimi aile ve aile üyeleri tasfiye edilmişlerdir. Bu
yeni yetme, gözü aç, toplumsal ahlak ölçülerinde dibe vurmuş, yoz, insanlıktan
kopmuş ve düşmana ölümüne bağlı gözü dönmüş çeteler öne çıkarılmış ve korkunç
katliamların failleri olmuşlardır.
İsyanların bastırılışına paralel olarak Nakşî tarikatının
gelişimi ve ağacıkların türetilmesi, Kürdistan’da esasen ciddi bir altüst
oluşun yaşandığına işarettir. Eski bağlar yerine yeni bağlar ve değerler
yükselmektedir. Her yeninin mutlak anlamda pozitif sonuçlar doğuracağını
söylemek her zaman doğru değildir. Mîrlik sürecinde derli toplu olan Kürtler,
Mîrliklerin ezilmeleriyle başıboşluğu yaşamışlardır. İngilizler ve Osmanlılar
bu başıboşluğu kendi lehlerine çevirebilmek için Nakşîliği ve ağacıkları öne
çıkartmışlardır. Ancak her şey, her zaman planlanan gibi yürümez. Gelişmeler
düz çizgisel değildir. Sosyal olgular, gelişme yollarını kendi doğalarına göre
kendileri belirlerler. Kürdistan’da eski bağlılıkların yerine yeterince etkili
bağlılık yaratacak güç oluşturamayan işgalci ve emperyal güçlerin
istediklerinin tersine Kurmançlaşma diye bilinen ve birilerine bağlı olmaktan
kurtulmuş yeni bir Kürt tipi ortaya çıkacaktır. Bu olgu yüz-yüz elli yıl sonra
Kürdistan’ın kapitalistleşmeyle tanıştığı saralarda daha gür gelişecek olan
Kurmançlıktır.
Başkan Apo kurmançlaşma konusunda AİHM Savunması’nda
“Kurmançlık, aşiretten kopmuş, halklaşma sürecine giren Kürt’ü ifade
etmektedir. Yaygın olarak Kurmançlaşma, 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılda
gelişmektedir. Bu da Kürtler için yoğun bir halklaşma anlamına gelmektedir. Tüm
aşiret ve kabile dışı kalan ailelere Kurmanç denildiğini göz önüne aldığımızda,
feodal etkinin kırılmasına, özgür köylü ve kır emekçilerinin (ortakçı, yaracı)
ortaya çıkmasına tekabül eden bu süreç önemli bir Kürt dinamiğidir… Kurmanç,
halklaşma sürecindeki Kürt’ü ifade etmektedir. Kabile ve aşiret duyguları
silinmekte zayıf ve kendiliğinden de olsa, bir kavim ve halk bilinci bunun
yerini doldurmaktadır. Aşiret bilincine göre daha ileri bir sosyal ve milli
bilinç biçimine dönüşümü ifade etmektedir diyecektir.
Yine bu konu üzerinde daha geniş bir değerlendirmeyi, Başkan
Apo geliştireceği son savunmalarda ele alacaktır: “Kürt kabile ve aşiret
kültüründen çıkışla gerçekleşen halklaşma olgusuna Kurmanc denilmektedir. ‘Kürt
insanı’ anlamına gelmektedir. Türklerde Türkmen, Araplarda Bedevi, İran’da Acem
aynı anlamı içermektedir. Kurmanc, aşiret ve kabile bağlarından tümüyle
sıyrılmasa da, günümüze doğru hız kazanan kentleşmeyle birlikte gittikçe
gelişen bir kategoridir. Tüm aşiretler ve kabilelerden çeşitli nedenlerle kopan
ailelerin kalabalık köy ve kentlerde bağımsızlaşarak güçlenmesi, Kürt
halklaşmasının temel gücünü teşkil etmiştir. Bu tarzda Kürtler halk olarak
gelişir ve yeni demokratik uluslaşmaya doğru yol alırken, aşiret üst
tabakasının zayıf milliyetten millete, ulusa geçiş yapması aynı yoğunlukta ve
hızda gerçekleşmemiştir. Bu tabakanın devlet-ulusu haline gelmede yaşadığı
başarısızlık, demokratik uluslaşmanın Kürtlerin şansı haline gelmesine yol
açmıştır.
Devam Edecek: Hamidiye Alayları ve Mangurtlaştırma, Aşiret
Mektepleriyle Geleceğin Beyinlerinin Yetiştirilmesi Projesi
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Tarih Şimdidir-Kürdistan Tarihine Özlü Bir Bakış
Kasım Engin
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html