15 Nisan 2017 Cumartesi Saat 19:04
 
Hamidiye Alayları ve Mangurtlaştırma
Osmanlıya
göbekten bağlı bu alaylar eliyle hem isyan potansiyeli eritilecek hem saraya
karşı yeni bir sadakat ilişkisi kurulacak ve hem de isyan eden diğer halklara
saldırtılacaktı. Bu alaylar, yeni yetme ağacıklardan, Osmanlıya bağlı-bağımlı
Mîr aileleri ve emirliklerinden ve de Babıâli de yetiştirilmiş “isyan
artıklarının oğul ve akrabaları tarafından oluşturulmuşlardı.
“Osmanlı yönetici çevreleri Kürt aşiretlerini ellerinin
altındaki yedek bir güce çevirmek için çabalıyordu. Bu yoldan Kürt’leri denetim
altında tutmayı umuyor, ayrıca onlar aracılığıyla devlet otoritesini sağlamak,
Kürtlerin mücadelesi de dahil olmak üzere, Türk olmayan etnik toplulukların
milliyetçi hareketlerini önlemek ve Rusya’yla sınır bölgelerinde karışıklık
çıkartmak istiyorlardı. Dahası gelecekte özellikle Rusya’ya karşı olası bir
savaşa ya da savaşlara daha aktif katılmalarını sağlamaya çalışıyorlardı.
Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında 2. Abdülhamit’e atfen Hamidiye Alayları adı
verilen düzensiz Kürt aşiretlerinden oluşan askeri birliklerini kurmaya
girişilmesinin temelinde yatan neden buydu. Bu askeri birimlere en üst düzeyde
ve ayrıntılı bir nizamnameyle düzenlenmiş, resmi bir ilgi gösteriliyordu. Buna
göre alaylara katılmak isteyen aşiretler her hane başına bir “süvari
verecekti.
Süvariler aşağıdaki sınıflarda 23 yıl askerlik yapmak
zorundaydı
1)-Hizmet süresi 3 yıl olan ihzariye sınıfına alınan
17 yaşındaki gençler bu amaçla hazırlanmış özel bir askeri kitaptaki talimatlar
uyarınca oturdukları yerde askerlik eğitimi görüyorlardı.
2)-Askere alınma zamanına bağlı olarak 20 ile 32 yaş
arasındaki kişilerin alındığı nizamiye sınıfının hizmet süresi 12 yıldı. Bu
sınıf mensupları aralıklarla sürekli eğitim görüyorlardı ve çağrı aldıklarında
24 saat içerisinde atlarıyla birlikte tam teçhizatlı olarak hazır olmaları
gerekiyordu.
3)-Hizmet süresi 8 yılı bulan ihtiyatiye sınıfı
eğitime katılmaları gerekmeyen ama olağan üstü durumlarda fiili hizmete
çağrılan 33 ile 40 yaş arasındaki süvarileri kapsıyordu.
Her üç sınıfta da süvari kendi atını temin etmek zorundaydı
ama hem fiili hizmet sırasında hem de başlangıçta yılda 3 ay olan daha sonra
5-6 haftaya indirilen eğitim döneminde bütün masrafı devletçe
karşılanmaktaydı. (Kemal Mazhar Ahmed, 1. Dünya Savaşında Kürdistan)
Farklı bir politikaları ise kimi yerlerde zayıf olan aşireti
öne sürerek güçlü aşiretlerin karşısına dikmişlerdir. Böylece gelişebilecek
olası durumlara karşı bir nevi emniyet supabı yaratılıyordu. İhaneti öne verip
parçalamak ve silahlandırıp çatıştırmak suretiyle toplumsal gelenek ve
göreneklerin dibine böylece dinamit konulmuş oluyordu. Kürt toplumsal yapısında
aşiretler arası çelişkiler, tarihsel oluşumdan kaynaklı zaten derinden
yaşanmaktadır. Biz bu zayıflatıcı ve düşürücü gerçekliğe özel bir müdahalenin altından
çıkılmaz durumlar yarattığını, yüz yıl sonra Kürdistan Ulusal Kurtuluş
Hareketine karşı, kimi varlığı yokluğu belli olmayan aşiretlerin
silahlandırılarak koruculaştırılmalarının ne düzeyde toplumsal ahlakı tarumar
etmelerinde tüm açıklığıyla görecektik. Kürtlerde o meşhur olan “sonradan
göreni paşa yapmışlar önce babasını kesmiş atasözü, bu olayı kavratmak
açısından oldukça önemlidir. Devletin sonradan görmeleri silahlandırıp eline
güç vererek, kendine muhalif bildiklerinin üzerine sürmesinin, sarılması güç
yaralara ve hastalıklara yol açtığını herkes görmüştür.
Örneğin giderek dünyada gelişen ve geliştirilen koruculuk
sistemi böyle bir sistemdir. Egemenler işgal ettikleri toprakları daha rahat
kontrol edebilmek için ve işgal edilen topraklarda yurt edinen insanların bir
kısmını kendi yanlarına çekip güç dengesini lehlerine çevirmek için her zaman
özel çabalar harcamışlardır. İlk işbirlikçi, aynı zamanda ilk korucu anlamına
gelmektedir. İçten fethetme diye bilinen bu yöntemi egemenler çokça kullanmışlardır.
Ve öyle görülüyor ki, yeni modern dünyada da en etkili silahlardan bir tanesi
yine bu koruculuk sistemi olmaktadır. Dünyanın en modern gücü ABD’nin, en son
Irak’ta daha doğrusu Bağdat’ta tüm girişimlerine rağmen hâkimiyet
sağlayamadığını herkes gördü. Ancak ne zaman ki yerelden oluşan bizim
tabirimizle koruculuk sistemini (Sons of Iraq) gündemine alıp geliştirdi, işte
o zaman çok hızlı bir şekilde Bağdat üzerindeki egemenliğini beklenmedik bir
tempoda arttırdı. Aynısını Afganistan’da da yapmaya çalıştığı bilinmektedir.
İşte Osmanlı’nın daha doğrusu Abdülhamit’in, Hamidiye
Alaylarını oluştururken benzer bir mantıkla düşündüğü açıktır. Aslında yapılan
tarihi düğüme, yeni bir düğüm daha eklemekti. Kürt aşiretleri yeniden
başkasının aleyhine ama kendisinin lehine gibi görünen dış menşeili
politikaların aleti oluyorlardı. Dediğimiz gibi yüzyıl sonra aynı düşman ama bu
kez Osmanlı olarak değil, Türkiye Cumhuriyet Devleti, İran, Irak ve Suriye
Devletleri olarak bu oyunu derinleştirerek sürdürecektir. Koruculuğu
geliştirerek o yılların derinlerde gizlenmiş, bastırılmış, içe atılmış intikam
duygularını hortlatarak, Kürt Halkı’nın başına bela olacak bu ölümcül hastalığı
suni olarak yaratmasını bileceklerdi.
Hamidiye Alaylarında olduğu gibi koruculuk da bu parçalayıcı
ihanet rolünden dolayı maaşlarla ödüllendirilmiştir. Aşiretler arası çelişkiler
derinleştirilmiştir. Düşmanlaştırılmış aşiretler birbiriyle uğraşırlarken,
işgalciye karşı eylem yapma bilincinden uzaklaşarak tam bir kıskaca alınmış
oluyorlardı.
Bunun içindir ki bu alayların ilk başta 1891 yılında
sayıları 40 iken, 1893 yılından sonra 63 büyük aşiretten 80 ile 100 arası alay
oluşturulacaktır. Bu alayların sayılarını dikkate aldığımızda, ne kadar etkili
bir politika yürütüldüğü de kendiliğinden anlaşılacaktır. Her alay 800 ile 1000
arası silahlı askerden müteşekkil olduğunu da hesaba kattığımızda ne kadar
etkili bir güç olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bazı aşiretler 8 alay
çıkarırken bazılar birer, ancak Kürtlerin büyük bir kısmı alaylara evlatlarını
vermemişlerdir. Alay çıkaran aşiretler: Haydaran 8, Hesenan 8, Sipkan ve Zilan
3’er, Celali 2, Milan 5, Zirkan 2, Karakeçi, Alikan, Reşkotan, Botan, Cibran,
Berazan gibi daha başka aşiretler de evlatlarını bu alaylara vermişlerdir.
Hamidiye Alayları, dediğimiz gibi birçok konuda emniyet
supabıdırlar. O yıllarda adım adım gelişen Ermeni hareketine karşı da özelde
Kürdistan’da Osmanlıların kullandıkları en etkili silah, ihanete saplanmış bu
oluşumlar olacaktır. Osmanlıların katliamcı politikalarını yer yer gönüllü
uygulayarak kraldan daha kralcı kesilmeleri, halkların kardeşliği temelindeki
toplumsal ahlakın, bu klonlaşmış yapay oluşum tarafından ne kadar tahrip
edildiği iyi görülmelidir.
Bu durumu yine Kürt tarihçisi Kemal Mazhar Ahmed daha somut
olarak: “Sözü edilen politika çok geçmeden bir Ermeni dizi katliamı biçimine
büründü ve önce Ağustos-Eylül 1894’te Sason bölgesinde başladı. Askerler ve
zaptiyeler bazı canilerle birlikte bu bölgenin insanlarına karşı yaş ve
cinsiyet ayrımını gözetmeyen bir katliama giriştiler ve kısa bir sürede 40 köyü
yok ederek yaklaşık 10 000 insanı öldürdüler. Bu ilk “başarıdan bir yıl sonra
çok daha sarsıcı olan ikinci katliam başladı. Eylül 1895’te padişahın
İstanbul’daki adamları Ermeni’lere yönelik saldırılara koyularak birçoğunu
öldürdüler, hapse atılarak katliamdan kurtulanlar “şanslı kişilerdi. Ardından
bu kıyım Batı Ermenistan kentlerine ve Diyarbakır, Muş gibi Ermeni sakinlerinin
de bulunduğu Kürt yörelerinin de aralarında bulunduğu başka yerlere de sıçradı.
Burada verebileceğimiz birkaç örnek bu olayların ulaştığı muazzam boyutları
göstermeye yeter de artar. İstanbul da sadece iki gün içinde 5500 Ermeni yok
edildi. Bu arada haliyle birçok Hristiyan’da, Ermeni sanılarak öldürüldü.
Fransız’larına yayınladığı Sarı Kitap takı bilgilere göre Diyarbakır ’deki
Ermeni Katliamı 1 Kasım 1895’te başlayarak üç gün sürdü. Bu kentte “salavat
getir sözleriyle yaklaşık 3 000 insan öldürüldü ve çevredeki 120 köy yıkıldı.
Yalnız kent içinde onlarca kız ve kadına tecavüz edildi kent dışında da bu tür
olaylar alıp başını gitti. Katliamın üç gününden biri katil ve soyguncuların
Ermeni’lere ait dükkanlara dönük yağma ve saldırılarıyla geçti bunlar
diledikleri gibi insanları öldürdüler yada yaraladılar demektedir. (1. Dünya
Savaşında Kürdistan)
Bin yıllarca aynı topraklarda ve ağırlıklı olarak da
barışçıl temellerde ortak yaşamış iki halkın birbirine boğazlatılma planına
düşme, Kürt işbirlikçi elitlerinin yaşadıkları ahlaksızlığın ne kadar dibe
vurduğunu göstermesi açısından oldukça çarpıcıdır. Kapitalist modernite
döneminin ilk ve en kapsamlı soykırımının henüz daha başlangıç yıllarında,
yalnızca 1895–1896 yılları arasında tam olarak 300 bin Ermeni’nin katledildiği
söylenir. Ve bunların birçoğu Hamidiye Alayları’nın elleriyle yapılacaktır.
Başka bir deyimle bu korkunç vahşet, işbirlikçiliğe soyunarak kendilerini
ihanetin dipsiz kuyularına bırakan Kürt elitleri tarafından yapılmıştır. Garo
Sasoni, Kürt-Ermeni ilişkilerinin tarihçesini irdelerken “Osmanlı öldürür,
fakat suçlu daima Kürt’tür. Baskı yapar, kabahatli yine Kürt’tür. Hiçbir
fenalık ortada mevcut değildir ki, bunu yapan Kürt olmasın ve hiçbir zulüm
yoktur ki, buna maruz kalan Ermeni olmasın der.
Herkes bilir ki: Hamidiye alayları bizatihi Osmanlıdan
harfiyen aldıkları talimatları temelinde hareket etmiş ve bu temelde
katliamlarda yerlerini almışlardır. Ancak bu alayların yetmediği yerlerde ise,
Hamidiye Alayları’nın bünyelerinde Kurmanç diye tabir edilen ve aşireti olmayan
Kürtler silahlandırılıp rütbeler verilerek, Ermeni soykırımında
kullanılmışlardır. Böylece yeni yetme, kendini bilmez, ahlak ölçüleri
tanımayan, rayından çıkmış ve ne zaman nerede kimin tarafından kullanılacağı
belli olmayan bir serseri mayınlar ekibi yaratılmış olunuyordu. Bu aynı zamanda
hakim olan Kürt egemenlerin yanı sıra yeni ve düşkün bir işbirlikçi kesimin
daha öne çıkarılmış olması anlamına geliyordu. Benzeri yapıları, dediğimiz gibi
100 yıl sonra Özgürlük Hareketine karşı kullanılacak olan Köy Korucuları
gerçekliğinde, Kürt Halkı çok acımasızca deneyimleyecektir. Bugün bile
Kürdistan’da bu tip asalak kesimlerinin halkımızın ve halkların başına musallat
olduklarını herkes görebilir. Bir Uludere’de Hazım Babat, bir Çatak’ta Şabo
isimdeki kişilikler şahsında bu tür kişiliklerin toplumsal yapıya verdikleri
tahribat ve zarar göz önüne getirildiğinde, geçmişte başka dine mensup bir
halka neler yapılmış olduğunu kestirmek zor değildir.
Bu tarzda toplumsal yapıyı parçalayan bu oluşumlar, Kürt
toplumunu daha fazla kendisiyle uğraştıran ve o bilinen iç kavgalarla
enerjisini bitiren bir gerçekliğe yol açtılar. Her ne kadar sonraları kimi Mîr
Alayı–Cibranlı Xalit’in Şeyh Sait İsyanında oynadığı rol gibi-Kürt Ulusal
Mücadelesinde yer almışlarsa da istisnalar kaideyi bozmazlar. Özünde Kürt
toplumunun bağrına bir hançer gibi saplanan, toplumsal yapıyı tahriş eden,
yıpratan ve kanserleştiren bir gerçekliktir Hamidiye Alayları!
Aşiret Mektepleriyle Geleceğin Beyinlerinin
Yetiştirilmesi Projesi
19. yüzyılda bastırılan direnişlerin ardından, isyana
katılan ailelerin tüm fertleri Bedirxan direnişinde de görüldüğü gibi kimi
zaman sürgün ediliyorlardı. Kimi zaman da çocukları alınarak İstanbul’da
Babıâli okullarında yetiştiriliyorlardı. Ne de olsa geleceğe yatırım
gerekiyordu. Tam da bu nedenle İstanbul’da aşiret okulları açılıyordu.
İşbirlikçi aşiret reislerinin ve işbirlikçi ailelerin çocukları, bu okullarda
eğitim altına alınıyordu. Diğer taraftan aynı şekilde direnenlerin çocukları da
ıslah edilmek ve sonradan emniyet supabı olarak kullanılmak üzere bu okullarda
rehin olarak yetiştiriliyorlardı. Yetişenlerden bazıları Hamidiye Alayları’nda
diğerleri de Babıâli bürokrasisi içerisinde görevlendiriliyordu. Örneğin Şeyh
Ubeydullah Nehri’nin sonradan idam edilecek olan oğlu Şeyh Abdulkadir, Meclisi
Ayan (Senato) Başkanı yine Bedirxan’nın oğlu Emin Bedirxan, askeri
istihbarat-polis şefi, Bedirxan’ın oğlu Bahri Abdülhamit’in yaveri, Babanzade
Abdurrahman Paşa’nın torunlarından İsmail Hakkı yine Süleyman Hikmet gibi
kişiler bakan ve mebus olabiliyordu.
4 Ekim 1892 tarihinde, Aşiret Mektepleri resmi olarak
açılır. Bir yazar: “Aşiret Mektebi’nin Arap aşiretlerinin çocukları için
açıldığı sıkça vurgulanmıştır. Zaten mektebin hazırlanmış olan ilk
nizamnamesinin birinci maddesinde de “Aşiret-i Urban etfalinin talim ve
terbiyesine mahsus olmak üzere şeklindeki ifadenin bulunması, mektebin
açılmasındaki asıl hedefin Arap aşiretleri olduğunu bize göstermektedir.
Diyarbekir dışında, Kürt coğrafyasında bulunan aşiretler bu mektebin kapsamı
içerisine alınmamıştır dese de biz bizatihi Nuri Dersimi’nin hatıralarından
biliyoruz ki, Kürtlerin önde gelenlerinin çocukları bu okullarda
okutulmuşlardır. Hem de Hamidiye Alayları’nda yer alan, komutanlık yapan birçok
Kürt ileri geleni adeta dayatarak çocuklarını başlangıçta bu yeni açılan mekteplere
göndermek istemişlerdir. Nitekim süreçle çok sayıda böyle Kürt eliti,
çocuklarını bu okullara göndermişlerdir.
Aşiret Mektepleri’nde hocalık yapmış olan Selim Sırrı Tarcan
anılarında: “Kısmetimde Aşiret mektebinde hocalık yapmak da varmış! Bu okul (…)
tahsil yurdundan ziyade ıslahhane idi. Ekseriya isyan halinde bulunan,
derebeylik hayatının çerçevesi içinde yaşayan Arap, Kürt, Dürzi aşiret
beylerinin çocukları güya burada terbiye görecek ve medenileşeceklerdi. On
sekiz ile yirmi beş yaşları arasında bulunan bu delikanlılara Teğmen rütbesi
verilmiş ve göz boyamak için de ‘Yaveranı hazreti şehriyari’ sınıfına dahil
edilmişlerdi. Kabataş’ta, Çifte Konaklar’da bulunan Aşiret Mektebi aşiret
hayatının devamından başka bir şey değildi. Talimatname, duvarda asılı
kalmıştı! O kadar ki, bir gün dövüş sırasında öğretmenlerden biri bile ölmüştü!
İşte Müşir Zeki Paşa beni böyle bir tahsil ve terbiye müessesesine (!) mürebbi
yapmıştı. Hiç unutmam, Müdür Kolağası Kamil Bey’in ilk sözü: ‘Oğlum, bunlar
aşiret değil haşerat!’ demek olmuştu.’ Okul müdürünüzün size haşerat diye
baktığı bir okulda, (ıslahhane mi demeliydim?) kardeşliği öğrenme şansınız var
mıdır? Kök ve gövde olma ayrıcalığını kendisine saklayıp size dal ve yaprak
olma eşitliğini önerenlere siz güvenir miydiniz? Görünen o ki, Aşiret
Mektebi’nin Arnavut, Arap ve Kürt öğrencileri güvenmemeyi tercih ettiler diye
yazmıştır.
Bu okullardan yetiştirmeler, esasen içine doğdukları topluma
yabancılaştırılma eğitimi alacaklardır. Bununla yetinilmeyerek, burada yetişenlerin
eliyle bir toplum ıslah edilmek istenir. Ne de olsa bunlar tanınmış ailelerin
evlatlarıdırlar. Bu çocukların Türklüğe kazanılmaları halinde, bir toplumu
kendisinden alabildiğince uzaklaştırmak için en iyi örneklik yaratılmış
olacaktır. Zira bu kendilerinden uzaklaşmış zevat dil bilir. Yazı bilir.
Kalemleri iyi yazar. Giyim kuşamları kendilerini yetiştirenlere benzer.
Böylelikle bu yetiştirmeler, bir toplumu belleksizleştirmek için
bürokrasilerde, gerektiğinde etkili yerlerde görevlendirilirler. Yazıp-çizdikleri
için öne çıkarlar. Düşünme ve konuşma güçleri olduğu için gittikleri yerlerde,
geçmişin saygınlığından dolayı yer edinirler. Halk değer verir. Bağrına basar.
Ne de olsa geçmişte direnişlerde yer almış olan ailelerin soyağacıdırlar.
Onlardan geriye kalanlardırlar. Bunların çok azı-ki istisnalar kaideyi bozmaz
derler-halka yönünü vererek, halk için bir şeyler yapar. Ancak büyük bir
çoğunluğu kendi toplumuna yabancılaştırıldığı için Mangurtlaşmayı yaşar.
Bugünün tablosuna ne kadar da benziyor…
Mangurtlaştırma olgusunu, muktedirlerin saltanatlarına karşı
toprağa bağlı demokratik halklar kültürünün direnişlerini en edebi şekilde
yazıya döken Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel romanından, Kırgızlarda
aşiret ve boylar arası yaşanan kavgalarda hasmını belleksizleştirerek karşıtına
çevirme yöntemi olarak görüyoruz. Belleksizleştirme işlemi hem fiziken, hem de
ruhen bir müdahaleyi içerir. Devşirilmek istenen bireyin önce saçı kazıtılır.
Henüz ağrıları tazeyken kesilmiş bir hayvanın-deve tercih edilir-derisi sıcağı
sıcağına mağdurun başına geçirilir. Çıkarılmaması için iplerle sert bağlanır.
Tutsak bu haliyle çölün ortalarında bir yerlerde kazıklara gerilir. Kızgın
güneş ışınlarının altında eli kolu bağlı tutulur. Aç biilaç bir halde ancak
ölmeyecek kadar su içirilir. Suyu içiren kişiye Ağa ya da Juan Juan denilir.
Gelecekte belleksizleştirilenin tanıyacağı tek kişi o Juan olacaktır. Zaman
ilerledikçe mağdurun saçları yavaş yavaş uzayacak, ancak uzayan saçlar gelişme
zemini bulamayacağı için gerisin geri dönüp kafatasının içine doğru uzamaya
başlayacaktır. Bir nevi kıl dönmesi efekti oluşur. Binlerce kıl dönmesi sonucu
mağdur, giderek şuursuzlaşacaktır. Çünkü bu kıl dönmelerinin, yakıcı güneş
ışınları ve açlık etkisiyle buluşunca yaratacağı sonuçlar korkunç olacaktır.
İşkence ile açlığın karışımı sonsuz acılar vermektedir. “Teselli veren sadece
ve sadece mağdurun ölmemesi için verilecek olan birkaç damla sudur.
Yaşayabilirse-ki ölenlerde olmaktadır- bir ayı doldurmadan mağdur fiziken ve
ruhen belleksizleşmiştir. Tanıyabileceği tek kişi su veren Ağa yani Juan’dır.
Başka da tanıyacağı yoktur.
Bu akıl almaz ilkel robotlaştırma işlemini romanında çok
genişçe işleyen Cengiz Aytmatov, mağdur durumuna getirilmiş oğlunu aramaya
çıkan bir anadan söz eder. Ana diyar diyar oğlunu ararken, sonunda uçsuz
bucaksız uzayan steplerin bir yerlerinde oğlunu bulur. Ancak
belleksizleştirilen mağdur, anasını tanımaz. En trajik olanı ise anasını
tanımamakla da kalmayıp, Ağa’nın anasının –Mangurt için yabancı
kadın-kendisine eziyet çektirmek istediğini söylemesiyle, anasının canını bir
ok atışıyla alacak olması olacaktır. Bu derecede belleği silinmiştir, bu
düzeyde kendisi olmaktan çıkartılmıştır, bu kadar kullanılacak bir silah haline
getirilmiştir, bu oranda tetikçileştirilmiştir. Mağdurun dinleyeceği tek bir
merci vardır: o da Ağa’dır. Başka da ne dinleyeceği, ne de tanıyacağı bir kimse
kalmıştır.
Bu korkunç işkencenin, kapitalist modernitenin bilimci
yuvalarında daha sofistike ve ideolojik temelde yapılanlarını ilerleyen bölümlerde
çokça tanık ele alacağız. İnsanları giderek kendisi ve olağan gelişimi
doğrultusunda düşünemez hale getirip devşirerek, sadece kendi yetiştirenleri
için düşünüp tüm birikimini onlar için kullanan nesneler haline gelirler.
Yeniçeriler nasıl ki ailelerinden koparılarak, Hacı Bektaşi Tekkelerinde yoğun
ideolojik bombardımanlarla kendileri olmaktan uzaklaştırılmışlarsa,
Mangurtlaşanlar da benzeri, fakat çok daha kaba biçimiyle bir robotlaştırma
durumunu yaşarlar.
Antonio Donçev’in Yol Ayrımı romanında Kara İbrahim Paşa
adında bir Yeniçeri Komutanı’nın, Bulgaristan Halkı’na ya da halklarına nasıl
eziyet çektirdiği anlatılır. Bir köye karargâh kurmuşlardır. Bir gün köyün
ileri gelenlerinden birinin evinde bulunan çok mu ama çok güzel olan bir kıza
el koyacaktır. Peşinden tecavüz edecektir. Derken köyün ileri geleni Kara
İbrahim Paşa ile görüşmeye gelecek ve ona “tecavüz ettiğin kız senin kız
kardeşindi diyecektir. Kara İbrahim Paşa yıllar önce bu köyde ailesi
katledildikten sonra alınıp götürülecek, bir devşirme olarak büyütüldükten
sonra da, kendi halkına saldırtılacaktır. Geri de kalmış olan kız kardeşine de
köyün ileri geleninin evinde zoraki tecavüz etmek olacaktır. Kara İbrahim Paşa
kendisinin kim olmadığını bilmese de, köyün ileri geleni onun kim olduğunu,
kimin oğlu olduğunu iyi bilmektedir. Kara İbrahim bu gerçeği öğrendikten sonra
ilk elden kendi kafasına kurşunu sıkacaktır.
Evet, bir Mangurtlaşma. Bir devşirme. Bir yetiştirme. Bir
tohumluk. Bir dayatma. Bir ihanetin kendisini vuku bulmasının yaratımı…
Osmanlı saraylarında geleceğin Mangurtları bu temelde
hazırlanılacaklardır. Babıâli’de hedef, gelecek on yılları kurtaracak
tiplemelerin yaratılmasıdır. Öyle yaratacaksın ki, yüzyıl da geçse bu ihanet
tohumları fidelerini versin, filizlensin! Mêm u Zîn’in arasına giren Beko
karaçalısı gibi ayrıksı ot misali yeşersin…
Bu yıllarda bu olumsuz duruma rağmen çok sayıda Kürt aydını
da yetişecektir. Birkaç tanesinin ismini sayacak olursak Hacı Kadir Koyi,
Seyit Abdulkadir, Said Nursi, Emin Ali Bedirxan, Xalil Xayali, Miksli Hamza,
Liceli Ahmet Ramiz, Memduh Selim, Abdullah Cevdet, Mehmet Şükrü Sekban,
Süleymaniyeli Tevfik (Piremert), Mevlana Zade Rıfat ve daha burada adını
anmadığımız nicesi…
Daha sonraları oluşturulacak olan Kürt Teavün ve Terakki
Cemiyeti (1908), Kürt Teali Cemiyeti (1914) vb. örgütleri kuran ve öncülüğünü
yapanlar, hep Babıâliden gıdasını almış, aşiret okullarında yetişmiş ve
direnişlerde teslim alınmış ailelerin çocuklarıydı. Hepsini olumsuzlamak
anlamında değil, ancak objektif gerçeklik anlamında ortaya çıkan tabloyu ve
sosyolojik olguları kendi bağlamı içerisinde güçlü değerlendirmemiz şarttır.
Kaldı ki birçok Kürtçe derginin de çıkarılmasında rolleri olan kişilerdir.
Sorun iyi ya da kötü niyetlerin ötesinde, tarihi ele alırken objektif sonuçları
itibariyle ele almaktır. Birisi istiyor diye ihanet edilmiyor. Eğer tarihi
süreç değerlendirilmiyorsa ve tarihi sürece cevap verilmiyorsa, bir halkın
umudu olması gerekenler bu umuda karşılık bir öncülük düzeyi sunamıyorlarsa,
ortaya çıkan olgu ya derin bir gaflettir, ya da gafletin ilerisinde duran
ihanet gerçekliğidir. Değerlendirmelerimiz, olumsuzlamak ve tamamen negatif bir
şekilde sunmak olmayıp tam aksine Kürt’ü psiko-sosyal, kültürel olarak ele alıp
değerlendirmek, tarihte kördüğüm haline gelmiş-getirilmiş işbirlikçilik
olgusunun dokusunu anlamak arayışımızı derinleştirmeye çalışmaktır.
Yeni bir yüzyıla geçmeden önce 19. yy’da yaşamış olan büyük
Kürt şairlerine ve de isimlerini tarihe altın harflerle yazmış olan Kürt
kadınlarına yeniden değinelim.
Bu yüz yılın büyük Kürt şairlerinin bazılarının isimlerini
vermek istiyoruz: Hewremanlı Mıhemmed Welî Kırmanşahî, Hewremanlı Mıhemed Emîn
Say’ol, Siverekli Osman Efendi (Zazaca), Mele Mahmudê Bayazîdî, Hewremanlı M.
Nur Elî Kondolayî, Soranca yazan Abdulrehîm Wefayî (1844-1914), Abdulla Edeb
(1859-1912), Mele Marıfî Kokeyî, Hecı Qadırê Koyî (1817-1897), Şêx Rıza
Talabanî, Abdulrahîm Mewlewî (Mewlewî Kurd), Wasman H. Îsmaîl, Melay Cebarî,
Mıstefa Kurdî (1809-1866), Nalî (1800-1856), Qadırî Zend (1805-1851), Mele
Xalıdê Sêrtî (1835) ve nice böyle çok değerli şairi, yazarı, aydını sıralamak
mümkündür.
Tarihe altın harflerle isimlerini yazdıran bazı Kürt
kadınlarının isimlerini sıralayacak olursak:
Goranca yazan Mensure Erdelan (1805-1848), Nahçıvanlı Xayran
Hanım, Amed’li Sırriye Hanım, Ayşe İsmet Teymure (1840-1902), Afrinli Pessa
Xatun, Pazarcıklı Kara Fatma, Rewanduzlu Fatma Xan, Milli aşiretinden Mama,
1845 yılında Bedirxan direnişine Başkale cephesinde katılan Halime Xanım yine
Loristan’da aşiret liderliğini yapan Fizhdarlı Mama Puravan Xatun, Milli aşiret
reisliğini yapan Mama Peşeng Xanım ve aşiret reisliğini yapan Mama Kara Nergiz
Şiwa Xanım.
Devam Edecek: Sabetaycılık, Yahudilik ve Türkçülük
Üzerine Bir Kaç Çarpıcı Söz, İttihat ve Terakki’ye Kısa Bir Değerlendirme…
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Tarih Şimdidir-Kürdistan Tarihine Özlü Bir Bakış
Kasım Engin
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html