28 Ocak 2017 Cumartesi Saat 08:19
Araplaştırma, 10 yy.da Kürt Beylikleri ve Osmanlı Kürt
İlişkileri:
1-Kürdistan’da Arapların İşgali Sonucu Gelişen
İşbirlikçilik ve Buna Karşı Gösterilen Direnişler:
“İslâmiyet’in geleneksel kabile kültürü ve uygarlık sistemi
üzerindeki etkisi devrimsel önemdedir. Belki de kabile kültüründe yüzyıllarca
yaşanan krize en etkili devrimsel yanıttır. Arabistan Yarımadası’ndaki Arap
kabileleri yüzlerce, hatta binlerce yıl kendi aralarında bitmez tükenmez bir
çatışma ortamına girmişlerdir. Kabile kültüründe büyük bir yozlaşma
yaşanmaktadır. Kadın düşürülmüş, kız çocukları diri diri gömülecek kadar
değersiz addedilmiştir. Bu kültür çözüm olarak klasik toplumu besleyecek koşullardan
yoksundur. Kısacası ne geleneksel kabile federasyonları ne de geleneksel köleci
iktidar yapılanmalarıyla krizin önüne geçilebilmektedir. Hz. Muhammed’in
oldukça pratik ideolojik ve politik önerileri bu ortamda ilaç gibi etkili
olmuştur.
Sasani Devleti, 637 yılında Kadisiye Savaşında Arap-İslam
ordularına yenildi. Ondan sonra da 642 yılında Nehavend’te, Araplara
yenilmişlerdir. Ayrıca Araplar, 636’da Yarmuk Savaşında Bizansları da
yenmişlerdir.
Arap Orduları, 639–640 yıllarında Yukarı Mezopotamya’ya
düzenledikleri seferlerde, ilk kez Kürtlerle karşılaşmışlardır. Kürdistan’a ilk
seferi düzenleyen Saad bin Vakkas ismindeki Arap komutandır. Araplarla
Sasaniler arasında 637–642 yılları arasındaki savaşlarda, Araplar üstün gelerek
yayılmaya devam etmişlerdir. Kürtlerin bir kısmı Araplara destek sunmuştur.
Sasanilerin yıllarca Bizanslılarla içine girdikleri savaşlarda oldukça
yıpranmış olmaları, beraberinde birçok iç çatışmayı yarattığı için çok
zayıflamışlardır. Bu durum Araplara önemli avantajlar sağlamıştır. Şehrizor
gibi şehir ve alanlarda Zerdüştlük güçlü olduğu için direnişler gelişmiş, bunun
karşılığında da Araplar katliamlar yapmışlardır. 639 yılında Cizre, Nusaybin,
Mardin, Hasankeyf, Urfa, Silvan, Amed, Eğil, Ahlat gibi önemli merkezler Arap İslam
Orduları tarafından ele geçirilmişlerdir. Bu yerlerden bazıları savaş,
bazılarıysa uzlaşmayla ele geçirilmiştir. 643 yılında Şehrizor, çok kanlı bir
şekilde ele geçirilecektir.
Arap İslam istilaları ve Kürtlerin İslam’ı kabul
edişleriyle, Kürt toplum yapısında çok büyük değişiklikler göstermiştir. Adeta
bir dönüm noktası olmuştur. İslamiyet’ten önce ve İslamiyet’ten sonra diye Kürt
toplumunun gelişim seyrini ayırmak yerinde olacaktır. Özellikle sosyal alanda
kültür, dil, din ve edebiyatta Kürt toplumu tamamen istikamet değiştirmiştir.
Kürt toplumunun yönetsel gelenekleri -daha sonraları Türk istilalarıyla
birlikte, onlara göre uyarlandıysa da-sosyal alanda İslam daha doğrusu Arap
şekillenmesiyle yol almıştır. İslami kültürle beraber kendi dinleri olan Zerdüşti
kültürü de belli oranlarda kalarak yaşamış ve göçebe dağlık alanlarda
yaşamaları nedeniyle, kültürel ve dini farklılıklar oluşmuştur. Özellikle
mezhepsel ayrılıklar, Kürtlerin birlikteliklerini önlemiştir. Salt önlememiş
olup her türden birlik ve bütünlük uğraşlarının önünde de set olmuştur.
İslamiyet, kendisini her alana yedirmiştir. Her ne kadar
ümmetçilik denilse de, İslamiyet ağırlıkta nüfus edildiği alanlarda Araplaşmayı
geliştirmiştir. Araplaşma temelinde gelişen bir İslam olmuştur. Bu durum, hakim
olduğu toplumlarda toplum yapısını değiştirmesine, kendisine yabancılaşmasına
kadar götürmüştür. Bu bağlamda ele alırsak Kürdistan’a her ne kadar feodalizm,
İslam’ın kanalıyla girmiş ve bunu belli oranlarda onaylamak gerekirse de,
(artık bu durumun da düz çizgisel olmayan gelişim seyri kuramına göre
tartışmalık bir konu olduğunu da unutmadan) özünde toplumu çarpıtmasından
dolayı negatif rol oynamıştır.
İslam’ın Kürt toplumunda yarattığı sonuçlar, diğer
toplumlara göre değişiklik arz eder. Farslarda İslamiyet Fars bilincinin daha
kökleşmesine ve bunun sonucunda çeşitli Fars devletlerinin oluşmasına kadar
götürmüştür. Geçmişte belli düzeylerde istikrarlı bir yapısı olan Farslar,
İslam’ın bayrağıyla–başta zorlansalar da-kendilerini daha geniş sahalara yaymışlardır.
İslamiyet içerisindeki çelişkileri iyi kullanarak–ki bu Aliciler ile Muaviye
biçiminde-alanın özgünlüğüne uyarlayarak çıkış yapabilmişlerdir. İslamiyet’in
Ehlibeytini esas alarak, süreçle beraber Şia diye tabir edebileceğimiz
mezhepleşmeyle kendi farklarını Arap İslamiyet’ine karşı koymuşlardır. Böylece,
erozyona uğramaktan kurtuldukları gibi tarihi süreç içerisinde İslamiyet’in
Fars rengine bürünmesine kadar götürebilmişlerdir.
Türkler Anadolu’ya açılırlarken, İslamiyet’in yayılış
sürecine daha doğrusu yayılışının son aşamalarına denk gelirler. İslamiyet’le
Türkler açılıma ihtiyaç duyarlar. Türklerin elinde kılıç vardır. Henüz at
sırtında olup büyük savaş kültürüyle bezenmişlerdir. İslamiyet ise büyük bir
dini bayrağa sahiptir, hem de ümmetçilik adına. Ancak Araplar çoktan zevk u
sefaya geçmişlerdir. Damarlarındaki “akan kan yeni toprakları fethedecek
düzeyde değildir. Doyuma uğramış, bir anlamda marjinalleşmişlerdir. Araplar
artık yayılmacı karakterden çok uzaktırlar. Bu iki yaklaşım birbiriyle buluşur.
İslamiyet’in kılıca ihtiyacı vardır, Türkler de açılıma, yayılmaya ve yurt
edinmeye muhtaçtırlar. Bunun sonucu iç Anadolu’dan, Avrupa’nın içlerine kadar
açılım yapmış bir Türklüktür. Bu bağlamda İslamiyet, Türklerle birlikte bir
bayrak rolünü oynamıştır. Türklere çok büyük katkılar sunmuştur.
Peki Kürtlerde durum nedir? Farsların ve Türklerin çok tersi
yönünde bir durum gerçekleşir. Kendi içerisinde zaten bölük-pörçük olan,
içyapısı işgallerden ve kendi özgünlüklerinden kaynaklı olarak dumura uğramış
toplum İslamiyet’le daha köklü bir erozyonu yaşar. İslamiyet yine belirtecek
olursak daha çok Arapçılık, Kürt’ün neredeyse atomlarına kadar işler.
Bu duruma, Arapların Kürdistan’a nasıl girdiklerine
bakıldığında daha rahat görülebilecek verileri de bulunmaktadır. 640 yıllarında
Hz. Ömer öncülüğünde Harran fethedilirken, bir komutanı Hz. Ömer’e, “Ya Ömer
burada kitaplar bulduk ne yapalım? diye bir soru soracaktır. Hz. Ömer-ki
İslamiyet’in adaletinin temsil gücü olarak bilinir-verdiği cevap şudur “eğer
mukaddes kitapta olmayanları yazıyorsa demek ki küfürlüdürler, o zaman yakın.
Yok, eğer mukaddes kitabın yazdıklarını yazıyorsa, o zaman da onlara ihtiyaç
yoktur. Yoktur, çünkü mukaddes kitapta zaten yazılıdır, yani yine yakın
diyecektir. Burada hedeflenen kültürel yapıdır, kültürel dokudur, kültürel
yaşayıştır. Olabilecek ne varsa tasfiye edilmeli mantığıdır. Ve bugüne ışık
tutması açısından önemlidir.
Kürt Halk Önderi Öcalan bu durumu şu şekilde ifade eder:
“Arapların bölgeye hâkimiyet dönemlerinde feodal uygarlıkta gelişim olmuştur.
Ülke boydan boya Arap terminolojisine göre adlandırılıp, halka ilk defa Ekrat
yani Kürtler diye hitap edilmiştir. Kürtleri inkâr etmemekle birlikte,
geçmişlerine bir kulp takıp kendilerine bağlamayı siyasetleri için daha uygun
bulmuşlardır. Sünni kesimle bu yönlü ilişki ve anlayış birlikleri ileri düzeye
varmıştır. Bölgenin verimli alanlarına, özellikle sulak kesimlerine ve nehir
kıyılarına epeyce Arap nüfus yerleştirilmiş, Toros eteklerine kadar bir
kaydırma sağlanmış, Arap dili ve kültürü içinde asimilasyon oldukça gelişme
kaydetmiştir. Buna karşılık aşiretlerin yoksul alt kesimi ve dağlık alanlarda
yaşayanları direnişçiliklerini korumuşlardır. Bazı alanlarda lafta İslamiyet’i
kabul edip, kendi öz inanç ve yaşamlarını korumakta kararlı davranmışlardır. Bu
temelde davranan kesim, daha çok Kürt Aleviliği biçiminde tamamen yerelleşmiş,
kendi yaşam koşullarına uyarlanmış bir İslam’ı sınırlı olarak kabul etmiştir.
Bunu da zorla değil, Ehlibeyte yapılan büyük haksızlıklar sonucu bir vefa borcu
olarak yapmışlardır. İslamiyet ortamında Zerdüştlük bir nevi kültür
direnişçiliğiydi, Kürt Kültürü’nün yabancılaşmaya karşı soylu bir direnişidir.
Zayıf ve Hz. Ali yanlısı bir İslami örtüye bürünmüş Kürt Aleviliği de,
Zerdüştlükten sonra en güçlü Kürt Kültür Direnişçiliği’dir. Kürtlerdeki
Şialıktır. Buna karşılık özellikle ovaya yakın Güney Kürtlerinde gelişen Sünni
İslam’ı en gerici ve işbirlikçi karakterde gelişmiştir. Kültürel soyunu inkâr
eden feodal tüccar zihniyetin bu güçlü temsilcileri, özellikle Urfa Mardin
Siirt kent ve yakın yörelerinde süper bir ihanet içerisindedirler. Müthiş
işbirlikçi çıkarcıdırlar.
Başka bir yerde ise: “Özellikle 7. ve 11. yüzyıllar
arasındaki dönemde, Arap-Kürt ilişkilerinde Arap-İslâm Kültürü’nün etkisi altında
ortaya çıkan bir yandan beylikler halindeki iktidar-devlet oluşumları, diğer
yandan tasavvufi tarikatlar temelindeki sivil toplum oluşumları Kürtlerin
halklaşma, kavimleşme ve milliyetleşmeleri yolunda önemli gelişmeler
yaşamalarına yol açmıştır demektedir. İslamiyet’in tutucu, iktidara bulaşmış
ve egemen zihniyetine karşı duruşlar yukarıda söylenenler ışığında hep
olmuştur. Bunlara iyi bir örnek de yeni dönemin Kürt Zerdüşt’ü olan Ebu Müslim
Horasani’dir.
17.inci resim Ebu Müslim Horasani
Ebu Müslim Horasani isminden de anlaşıldığı gibi
Horasanlıdır. Horasan, Doğan Güneş Memleketi anlamına gelmektedir. Zerdüştlük
burada çok güçlüdür. Hz. Ali’nin soyundan gelenlerle ilişkilenerek ve çıkışını
da adaletsizliğe karşı bir direniş olarak örgütlemiştir. Ebu Müslim Horasani,
Muaviye’nin kurduğu Emevilere (661–750) karşı Abbasileri-adını Muhammed’in
amcası Al-Abbas’dan alan yandaşlarını-desteklemiştir. Abbasilerin bir
komutanıdır. Aslında Abbasi Sultanlığını direnişi ve başarılarıyla kuran demek
daha yerinde olacaktır. Yoksullara yakınlığı, zulme karşı duruşu, adaletçi ve
eşitlikçi olmasıyla askeri yeteneklerinin yanı sıra hızla bir önder olarak
sıyrılmıştır. Emevilerin üstüne giderek 749’da hilafeti alır ve Hz. Muhammed’in
ailesi olan Haşimilere teslim eder. Böylelikle Bağdat Merkezli Abbasi
İmparatorluğu (750–1258) kurulmuş olur. Daha önce Endülüslerde 711 yılında
kurulup 1500’lere kadar varlığını sürdüren bir İslam Devleti söz konusudur.
Müslümanlar, Abbasilere biat ederler. Bu başarı ardından Horasan’a sorumlu
olarak atanır. Ancak Abbasiler, Ebu Müslim Horasani’den korkmaktadırlar. Kabul
gören bir halk önderi olarak her an farklı bir gelişmeye yol açabileceği için
komplo ile 754 yılında katlederler. Ebu Müslim Horasani kabul gören resmi
mezhepler dışında Zerdüştlüğün izlerini taşıyan Şialığı geliştirmiştir. Şea ya
da Şia Arapça arkadaş, yoldaş anlamındadır. İslam’ı Kürt Halkı’na uyarlamaya
çalışmıştır. Ebu Müslim isyanının, esasta yeni bir Hanedanlık ya da halifeliğin
yaptıklarının aynı ve benzer oluşlarına tepkisini şöyle ifade etmektedir: “Ben
peygamber ailesinden olan bir adama güvendim. Bu kişi tanrıya ulaşmamda önderim
olacaktı. Ben onunla gerçeği bulacağıma inanıyordum. Oysa o beni yanılgıya sevk
etti. O Kuran’ı ters çevirip lehine kullandı. O yaptığı hareketlerle zengin
olmak ve hükmetmek istiyordu. (Ethem Xemgin-Kürdistan Tarihi)
Ebu Müslüm Horasani katledilişi ardından: “Sen Mansur’un
hükmü altında Gadır (haksızlık etme, zarar verme, acımasızlık, merhametsizlik)
yapmak istiyordun. Evet, Gadır yapan senin Kürt babalarındır diyen sözler Ebu
Müslüm Horasani’nin Kürt olduğunu göstermektedir.
Ebu Müslim’le başlayan isyanlar, Abbasi yönetimi boyunca
Kürdistan’ı bir savaş alanına çevirmiştir. Bu süreçte ve ilerleyen yıllarda da
sürekli bir direniş ve isyan hali, resmi yani devlet İslam’ına karşı
geliştirilmiştir. Komünal değerlerin çok önde olduğu Babek İsyanı, buna en iyi
örnektir. 815 yıllarından başlayarak 837 yıllarına kadar yayılmış olması, bu
direnişin ne kadar köklü olduğunu gösterir. Yoksulların ve toprakları elinden
alınan köylülerin istilacı Arap feodalizmine karşı isyanı olmasından dolayı,
tümüyle halk ayaklanmaları olarak gelişip güçlü direnişler
sergileyebilmişlerdir.
837 yılında Babek İsyanı, Afşin adlı Budist bir Abbasi
komutanı tarafından bastırılmıştır. O da, bir iç ihanetle ancak başarıla
bilmiştir. Babek, gizlice ihanet etmiş bir aristokratın evinde otururken esir
alınır. Babek’i Halifeliğin askerlerine teslim etmek için ihanet eden kişi Ehil
ibn Sunbad isimli bir zengindir. Bu kişi, Halife Ordusu’na karşı gösterdiği
başarıdan dolayı Babek’i, komutanlarını ve kardeşlerini sözde yemeğe davet
eder. Ancak Babek gitmez. Komutanlarını ve oğlunu gönderir. Önceden Halife
tarafından satın alınan Ehil ibn Sunbad hainane bir tarzda komplo kurar. Davet
edilenlerin hepsini zehirleyerek Halife’ye teslim eder. Halifelik böylece
Babek’in sağ ve sol kollarını esaret altına almıştır. Babek’in bulunduğu Bez
kalesinin etrafı kuşatılır. Teslim olması için oğlu gönderilir. Babek ile
oğlunun arasında geçen konuşmalar tarihi içeriktedir. Halen bugün bile bu
sözler geçerliliğini ve saygınlığını korumaktadır. Oğlu Babek’e teslim olmasını
ister. Babek ise “Ben bildim ki sen benden değilsin. Unutma bir gün
ayaküstünde azad yaşamak, kırk sene köle yaşamaktan daha değerlidir diye cevap
verir.
Babek direnir. Ancak birçok komutanını kaybetmiştir.
Neredeyse savaşta tek başına kalan Babek yine de direnir. Uzun bir direnişin
ardından ağır yaralı olarak, Halife ordusuna esir düşer. Babek’e eşine ender
rastlanır bir işkence yapılır. Urmiye’de katledildiği yazılır (Bazı kaynaklar
ise Irak’ın Samara kentinde katledildiğini söyler). Halkın gözü önünde-yer
Zerdüştlüğün ve resmi İslam’a karşı önemli bir direniş kalesi olan bir
alandır-elleri ve kolları vahşice kesilir. Ancak Babek istifini bozmadan,
ellerinde oluk oluk akan kanı yüzüne sürer. Hazır bulunan Abbasi halifesi
Muntasım, “neden böyle yaptığının sorulmasını ister. Babek’in verdiği cevap
ise: “Vücudumdan kan akmakta, böyle olunca rengim sararacak. Ve siz benim nasıl
korktuğumu etrafınızdakilere söyleyeceksiniz. Yüzüme kan sürmekle, size bu
zevki tattırmayacağım diyecektir.
Ve son sözleri şöyledir:
“… Bütün müstebidler (zalim hükümdarlar) gibi sen de
yanılıyorsun. Çünkü benim destanım öyle bir destandır ki, ne Babek’le
başlamıştır, ne de Babek’le bitecektir. Ey zavallılar, siz hiçbir zaman
özgürlük yangısının ne demek olduğunu anlamayacaksınız. O dehşetli yangı ki,
yüreği yakıp küle çeviriyor. Özgürlük, o ister tatlı olsun, isterse acı yalnız
oydu benim secdegâhım! Ve müstebid ki beni öldürüyor, o da hiçbir zaman
anlamayacak ki, ölümü ile özgürlük fedaisi büsbütün yok olmuyor…”
Babek vahşice, günlerce darağaçlarında sallandırılarak
katledilecektir. Kardeşini de aynı son Bağdat’ta beklemektedir. Babek’in küçük
kızına düşen ise Halife Muntasım tarafından tecavüze uğramasıdır. Bu olayı
Babek adlı eserinde belgeleyen İslam alimleri vardır.
Evet, Babek’in kahramanlık öyküsü halen yazılmayı
beklemektedir. Sinemaya taşırılarak yazılmamış bir halk kahramanı ve önderinin
destanlaşarak ölümsüzleştirilmesini beklemektedir. Ortadoğulu sanatçıları
bekleyen önemli bir çalışma, Babek’in beyaz perdeye taşırılması olmalıdır
herhalde!
Direnişin tümü baştan sonuna kadar komünal ve sınıfsaldır.
Ancak seçtikleri yöntem dini görünümlüdür. Babek İsyanı sonrası, Ortadoğu
direniş geleneği Abbasilere karşı kölelerin isyanıyla sürecek ve önemli
başarılar elde edilecektir.
18.inci resim Babek
Ebu Müslim Horasani İsyanı ve Babek İsyanı düşüncelerinden
etkilenen köleler de, isyanlarının meşruiyetini Kuran’ın eşitlik ilkesine ve
Hz. Ali’ye dayandırırlar. 869 yılında başlayan Köle İsyanı hızla gelişir ve
yayılır. Komünal değerler peşinde olan halklar, diğer isyanlara destek sundukları
gibi tüm karalamalara karşın Köle İsyanı’nı desteklemişlerdir. 15 yıl boyunca
kendi Komünal yaşamlarını örgütleyerek, özgürce yaşayan Köle İsyanı 883 yılında
çok hunharca bastırılır. Liderleri komüncü olan Ali bin Muhammed’dir. Diğer
ismi Al-Burkui’dir. El Muhtare-Özgürlük Şehri diye tüm özgürlük savaşçılarının
yaşadığı bir kentleri vardır.
Benzer bir çizgiyi tasavvuf geleneğinin seçkin önderi Hallac
ı Mansur izleyecektir. En-el Hak sözüyle bilinen Hallac, tüm zamanlarda
unutulmayacak olan bir direnişe öncülük eder. Bazı kaynaklara göre Hallac
zindandayken Bağdat merkezde baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına direk etkide
bulunmuştur. Bu durum karşısında Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve
Abbasi halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine, 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta
idam edilir. İdam edilirken, önce derisi soyulana kadar kırbaçlanır, daha sonra
kitleye taşlatılır, ardından kolları ve bacakları kesilir ve son olarak
cenazesi yakılır. Yakılan bedenin külleri ise Dicle nehrine savrulur. Direnişi
o kadar görkemli ve etkileyicidir ki yıllar sonra bile ona bu zulmü reva
görecek olanlar, “söylediklerinde yanlış yoktu ancak söylediklerinin yeri ve
zamanı yanlıştı diyeceklerdir. Sıkça söylediğimiz gibi gerçekler çıplak olmayı
sever. Hiç kimse ama hiç kimse gerçeklerin üstüne şap atıp kapatamaz.
Karmati Hareketi ise daha uzun yaşayacak ve Ortadoğu’nun
tümünü etkileyecek bir hareket olacaktır. Bu hareketi kuran, aslen Kürt olduğu
söylenen Hamdan bin Es’as al Karmat’tır. Çok güçlü bir örgütlülüğe sahip olan
Karmatiler, birçok alanda örgütlenmişlerdir. Bin yıl önce Karmatiler, hareket
olarak örgütlenmiş olsalar da tamamen kadrolara dayanan ve onların eğitimine
önem vererek kitlelere giden bir hareket olarak, bugün bile yaptıklarına
gıptayla bakmamak mümkün değildir. Bir dönemler o kadar güçlenirler ki
Mekke’de bulunan Hacer el Esved’i -yani Mekke’de bulunan Siyah Taş’ı-kendi
merkezlerine getirirler. Yaşam biçimi olarak aynı kökten geldikleri Mazdek gibi
komünalcı, ortakçı, adil ve özgürlükçü bir toplum yaratma temel hedefleridir.
Yaklaşık 200 yıl boyunca 890 yılından 1070 yıllarına kadar farklı alanlarda
varlıklarını çok etkili bir şekilde sürdürmesini bilmişlerdir.
19.inci resim Karmatiler
Özcesi “Kürtler, Haricilerin tüm Müslümanların eşit haklara
sahip bir dinsel topluluk olduğu yönündeki ilkelerini kuşkusuz
paylaşıyorlardı. (Kürtlerin Tarihi) tespitinden yola çıkarak şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz Arapların zoraki İslamileştirme girişimlerine karşı komünalcı
yaşamı temsil edenler, şovenist anti Arap bayrağını dalgalandırmışlardır.
Kürt Halk Önderi Öcalan, Ebu Müslim Horasani sonrası gelişen
isyan ve direnişlere ilişkin: “Ezilen ve yoksullaşan kesimlerin hareketi olarak
ortaya çıkan Hariciler, Hürremiler, Babekiler, Karmatiler, Haşhaşiler,
İsmaililer başta olmak üzere, tüm Bâtıni hareketler aslında hem ideolojik, hem
de pratik olarak büyük bir mücadele vermişlerdir. Bir tür ilkel sosyalizmi
temsil edip, yaşamışlardır. Fakat üretim güçleri ve ilişkilerinin yaşanması
gereken feodal biçiminin henüz tam rolünü oynamadığından bu hareketlerin tam
başarısı mümkün olmamıştır. Ama yine de özgürlük ve eşitlik mücadelesi
tarihinde büyük bir yerleri vardır demektedir. (AİHM Savunmaları)
Kürt Halk Önderi Öcalan’nun dile getirdiği direnişçileri,
tarihleri ile birlikte ele alacak olursak: Mazdek (499), Hürremiler, Ebu
Horasani (754), Sunbad (755), Mukanna (785-786), Cavidan (800’ler), Babek
(815-837), Zenc (869-883), Hallacı Mansur (848-922), Karmatiler (870-1070),
İsmaililer ve Ebu İshak ile devam eden bu gelenek bugüne kadar sürmektedir.
Komünal değerler için mücadele edipte direnen isyanların
yanı sıra, Kürdistan’da birçok isyan da gelişmiştir. Asırlarca ardı arkası
kesilmeyen direnişler olarak Dinavar Kürtleri (653), Hulvan’da (685), Sabur
(702), Musul (764) ve Hemedan (767), 756 Revandi Aşireti İsyanı, (764),
Cizre’de (8–9.yüzyıllar), 890 Dailam aşiretinin isyanları (Dailam aşireti
928–931 yılları arasında Hazar gölünün güney kıyılarını ele geçirerek,
bağımsızlığını ilan etmiştir.) Şehrizor gibi (897) Kürdistan’ın birçok yerinde
isyanlar gerçekleştirilmiştir. Şehrizor’da yaşanan isyanlar ardından yaşanan
katliamları Ethem Xemgin’in “Kürdistan’da Dini İnançlar ve Etkileri adlı
yapıtında yazılmış olan alttaki şiir çok çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır:
“Hürmüzgah ruman
Atiran kujan
Hosan şarave gewre gewrekan
Zorkeri Ereb kirdine xabûr
Gihane pale peşe Şarizor
Jin û kenikan ve dîl beşinan…
Yani:
Hürmüzgahlar viran oldu
Ateşler söndü
Büyük büyükler saklandılar
Zorba Araplar viran ettiler
Şarezûr’a kadar ulaştılar
Kadın ve kızları esir aldılar…
Evet, “Kürt İsyanları’nda temel yapı olan aşiretin var olma
şekli de, bir tepki durumu olarak değerlendirilebilir. Kendi örgütlenmesine
göre, daha karmaşık ilişkilerin hakim olduğu, yerleşik kent devletleşmesine ve
sınıflaşmasına bir tepki olarak kendini kapatmış ve yaşatmıştır. Hakim
sınıflaşmaya karşı sürekli direnç göstermiştir. Bu yapısı gereği zaten objektif
isyancı pozisyonundadır. Merkezi devletle her zaman sürtüşme halinde olan
özellikle göçebe aşiretlerin çelişkileri ovadakiler, dağdakiler, ya da
tarımcılık yapanlarla hayvancılık yapanlar arasındaki çelişki olarak sürekli
var olmuştur. Bu çelişki özünde devlet-aşiret arasındaki çelişkidir. Ve ilk
sınıflaşmadan günümüze kadar kendini yaşatmıştır. Kısmen de kendini
uyarlamıştır ama egemen işgalci gücün baskı ve zoru aşiretin yaşamasını
engelleyecek düzeye geldiğinde aşiret isyan etmiştir.
Feodal sistemin kurumlaşmasına karşı olan bu isyanlar
sürecinden sonra, 10. yüzyıldan itibaren Kürdistan’da güçlü feodal beylikler
kurulmuştur. Kürt Feodalizmi’nin özgünlüğünü belirleyen en önemli etken, bu üç
yüzyıl boyunca süren isyanlardır. Sonuç olarak 7. ve 10. yüzyıllar arasında
Kürt İsyanları İslam’la başlayan sınıflaşmaya karşı bir tepkidir. Bu
göçebelikten ya da aşiretten daha gelişkin bir yapı olan feodal beyliklere ya
da merkezi feodal devletlere geçiş sırasında birçok halkta yaşanan sürecin
benzeridir. Ama Kürdistan’da bu dönemde gelişen feodalizm, Arap egemenliğinin
denetimi ve öncülüğünde olmuştur. Çoğunlukla feodal bey merkezi feodal devletin
temsilcisi Araplardandır. Bu şekilde feodal sömürü daha da ağırlaştırılmıştır.
Bir yandan yeni gelişmeye başlayan yerel feodal beyler topraktan pay alırken,
diğer taraftan merkezi İslam Devleti de pay almıştır. Bu durum isyanların
çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca köylülerin topraklarına el konularak, Arap
egemenleri tarafından devlet toprağı haline getirilmesi köylülerin tepkisini
çekmiştir. İsyanların diğer nedenleri de bu uygulamadır. Mezhepler ise onun
dinsel meşrutiyetini sağlayarak, birleştirici rol oynamaktaydı.“ (Kürdistan’da
İsyan Olgusu)
Kürt Halk Önderi Öcalan bu tarihi süreci: “Kürtler belli bir
direnmeden sonra İslamlaşarak, Kürt kabile üst tabakası Arap-İslâm
asimilasyonunu kabul ederek, alt tabaka tasavvufî sivil toplumlar oluşturarak
ve geleneksel olarak hep yapıldığı gibi dağların doruklarına ve enginliklerine
çekilerek varlıklarını koruma stratejileri geliştirdiler. Bahsedildiği gibi, bu
stratejilerle varlıklarını olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte korumayı ve geliştirmeyi
başardılar. İşbirlikçi üst tabaka olumsuz yönü ağır basan Sünni bir
milliyetleşmeyi (kendini ağırlıklı olarak Arap milliyetinden sayma, işine
geldiği vakit Kürtlüğü kullanma) varlık gerekçesi haline getirirken, alt
tabakalar olumlu yönü ağır basan sivil toplum karakterli tasavvufî tarikatlar
(özellikle medreselerde) temelinde halklaşma yolunda ilerlediler ve ortaçağda
Kürt gerçekliğine önemli katkılar sağladılar diye değerlendirmektedir.
Bir ek bilgi olarak: Arap yayılmasının tüm bu olumsuz özelliklerine
rağmen İslamiyet’in Araplar için bir Altın Çağı olduğunu birçok tarihçi dile
getirir. Özelde El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn Rüşt, Fuzuli, Hallac,
Sühreverdi, Mutezilerle, İhvanı Sefalar gibi çok sayıda bilim adamı ve filozof
yetişir. İçtihat dönemine denk gelen bu gelişmeler 12. yy’dan itibaren
gerilemeye başlar. Bu çağa ise Arapların karanlık çağı denilmesinin nedeni İmam
Gazzeli ve Eşari gibi İslam alimlerin İçtihadın yolunu kapatarak oldukça derin
ve büyük dogmalara dayandırdıkları İslam anlayışlarıdır. Hiristiyanlığı yenilen
Aquinolu Thomas Aristoteles’i işin içine alarak, katarak Hiristiyanlığa
bilimsel bir kılıfa büründürerek gelecekte aydınlanmanın ve bilimin önünü
açarken, Gazzeli bunun tersini yaparak gelişmenin önünü kapatacaktır.
İşbirliği Temelinde Gelişen Sınıflaşma ve Üst Tabakanın
Oluşumu
İslamiyet kendisini Araplaşma temelinde derinliğine nüfus
ettirirken, bunun bedeli Kürt toplumu açısından kırıcı ve yabancılaştırıcı
olmuştur.
Kürtler halk olarak bu süreçte, derin tahribatlar ve
yıkımlar yaşamışlardır. Karakteri gereği aşiret reisliği, beylik ve şeyhlik
kurumları, Arap etkisinden dolayı dar aile çıkarlarıyla sınırlı bir ufka
sahiptir. İslamiyet, Kürt egemen sınıfını Hıristiyan halka karşı güçlü bir
konuma getirmiştir. İslam Devleti sayesinde bu halkların aleyhinde birçok
olanağa sahip olabilmişlerdir. Sanıldığının aksine bunlar din dogmalarına çok
inandıkları için Müslüman olmamışlardır. Dogmatizmin örtüsü ve katı inanç
ortamında maddi çıkarlarını ve siyasal güçlenmeyi çok iyi sağlayabileceklerini
bildikleri için resmi İslam’a sıkıca sarılma gereğini duymuşlardır. Nasıl ki
uzak tarihte Kürt diye bugün tabir edeceğimiz kesimler Sümerceyi
özümsediyseler, yine Asurlar döneminde ve tabiî ki Helenler döneminde de olduğu
gibi üst sınıflar, işgalcinin dilini ve kültürlerini aynen öyle özümsediler.
Bunun karşısında alt sınıflar, aşiretin sıradanları, tebaa diye bilinenler,
günlük yaşamda halk diye tabir edilenler kendi dil ve kültürlerinde nasıl
ısrarcı olduysalar aynen o biçimde, ancak karşıt temelde Araplaşmayı yaşayan
üst ve egemen sınıf olmuştur.
Üst sınıf çıkarı gereği kendi geçmiş şeceresini, Arapların
herhangi bir ailesine kadar götürebilmiştir. Hatta kimisi Hz. Muhammed’in
soyundan olduğunu, Seyitlikle göstermeye çalışmıştır! Örneğin bir Bedirxan Bey,
kendi soyağacını Halid Bin Velid’e kadar dayandırır. Benzer bir şekilde Hakkâri
civarında bulunan kimi aşiretlerde, aynı yolu seçerek Halid Bin Velid’ten
geldiğini söylerler. Bugün Kürdistan’ın birçok yerinde, örneğin Hz. Ali’nin atı
olan Düldül’ün nasıl iz bıraktığından bahsedilir. Dahası çeşitli dergâhlardaki
Pirler, kendi soyağaçlarını Hz. Ali’ye kadar götüre biliyorlarsa, orada aslında
olup bitenin büyük bir yabancılaşma, kendinden utanma ve kendinden kaçmanın ruh
halinin yaşanması söz konusu demektir. Halbuki Alevilik, Kürt Halk Önderi
Öcalan’ın değerlendirdiği gibi: “İslam’ın ilk fetih darbeleri karşısında teslim
olmayan kabilelerle Zerdüştî din adamları, tarihte hep olduğu gibi dağların
yükseklikleri ve derinliklerine çekilip direnişlerini uzun süre
sürdürmüşlerdir. Direnişleri radikal ve sürekli olan başlıca kesimler, Aleviler
ve Zerdeştîler olarak, ya Sünni İslam’la zıt olan bir İslam’ı ya da hiç
İslamlaşmamayı tercih etmişlerdir. Dağlarındaki mekânlarından da
anlaşılmaktadır ki, Alevilik geleneksel direnişçi, kültürel varlığını koruyan,
asimilasyonu küfür sayan ve kendi kültürel varlıklarıyla uyuştuğu ölçüde
İslam’ı kabul eden radikal kesimin inanç kültürüdür. Böyle olmasına rağmen
kendisini başkalarıyla izah etmeye çalışmanın, gerçekten de üzerinde ciddi
olarak düşünülmesi gerekli bir husus olduğu açıktır.
Devam edecek olursak Asimilasyon ve yabancılaşma salt bu
durumla sınırlı kalmamıştır. İsimlerden tutalım, unvanlara ve giyim-kuşama
kadar yaşamdaki neredeyse her şey Araplaştırılmıştır. Bugün şeyhler, emirler,
seyitler yine Kürt nüfusu içindeki Hasan, Hüseyin, Ali, Osman, İsmail, Ömer,
Bekir vb. isimler hep bu kültürden kaynağını alır. Toplumların ya da halkların
birbirlerinden etkilenmesinin elbette ki yadırganacak bir yanı olamaz. Ancak
kraldan daha kralcı kesilerek, tüm topluma ona ait olmayan bir gerçekliği
empoze ettirme sadece ve sadece ihanet ve işbirlikçilikle izah edilebilir. Bu
sınıfların aileleri üzerinde oynandı mı, her tür istismara açık olup
beklenmedik isyanlarla teslimiyetleri iç içe yaşamaktan çekinmez veya
kurtulamazlar. Bu egemenler eliyle girişilen ilişkiler, esas itibariyle bu tarz
benzer sonuçların yaratılması için halka dayatmayı, halkı alçaltmayı bir kural
haline getirmişlerdir. Öyle ki, Kürtlerin kendilerini Kürt olarak ifade
etmelerine rağmen, Kürtlere ancak Arapça tanımlamayla ‘Ekrat’ denilmesi özü
itibariyle benzer bir tahrifattır.
Bir bütün olarak feodal Ortaçağ’ın kültürel etkisi altındaki
Kürtler, feodal sınıflaşmayı yaşadıkları oranda özgür yaşamda bir gerilemeye
uğramışlardır. Feodal kölelik, aşiret özgürlüğünün sürekli aleyhinde gelişme
sağlamış, zihniyet yabancılaşmasında önemli bir yer tutmuştur. Birçok Kürt
aydını çıksa da işbirlikçi devlet eğilimlerinden ötürü, kalıcı bir etki
bırakmamıştır.
Özcesi feodalizmle oluşan üst tabaka, amiyane tabirle tam
bir uşaklaşmayı kendisine yedirerek oluşmuştur. Oluşum mayasında uşaklık ve
işbirlikçilik bulunduğu için karakteri kaygandır, değişkendir ve yalpalanmaya
açıktır. Özünden uzaktır ve yabancıdır. Başkasına özenme, kendisinden nefret
etme, kendi değerlerinden kaçma hep bu oluşumdan kaynağını alır. Başkası için
var olduğundan, hep kullanılmaya müsait pozisyondadır. O kadar kendisine
yabancılaşmıştır ki, kendi çıkarını düşünmez. İstese de düşünemez. Aklından
bile geçirmez. Beyinler adeta örümcek ağlarıyla örülmüştür.
Sonradan ele alacağımız İdris-i Bitlisi buna iyi bir
örnektir. Sultan övücülüğünü o kadar ileri götürür ki, Osmanlının kuruluşundan
bu yana gelen 8 imparatoru “Heşt Behişt (Sekiz Cennet) olarak betimler. Ve
tabiî ki Yavuz Sultan Selim’in “beylerinizi tayin edin ya da belirleyin
istemine “yapamayız siz belirleyin diye cevap verebilecek olan da, ancak bu
karaktere sahip bir kişilik yapılanması gerektirir.
Sorun İdris’i Bitlisinin iyi veya kötü olması değildir. Daha
sonra göreceğimiz gibi belki çağ itibariyle yapması gerekli olanı olumlu da
yapmıştır. Ancak sorun oluşan işbirlikçi egemen karakterdir. Ve işbirlikçi
karakterin götüreceği yerde ihanettir.
Olup biteni sosyo-psiko-kültürel olarak ele almak, çok
ilginç sonuçlar doğurabilir. Ruhsal olarak Osmanlıyı yaşayan, sosyal ve
kültürel olarak Araplaşmış ve Sünniliğin merkezi Osmanlı sultanlığını da buna
eklersek tablo daha iyi anlaşılacaktır. Bir ülke ya da o dönemin diliyle devlet
yaratmanın başkalarına bırakıldığı bir yaklaşım esas alınmıştır. Büyüklere
saygı gereği yapılması gereken yapılmıştır. Hem de en iyi bir biçimde! Çünkü 23
Kürt Beyi-kimi yerde bu sayı 25, kimi yerde ise 28 olarak verilmektedir-Şah
İsmail’in elinden kurtarılıp, Şialaşmanın önü alınarak Sünni çizgi hâkim
kılınmıştır. Burada ihanet duyguları yoğundur. İşbirlikçiliğe karşı alınması
gereken tutum ve gösterilmesi gereken tepki yoktur. Tersi geçerlidir. İşte
ihanetçi, işbirlikçi karakter bu kadar derine nüfus ederek bir kişilik
şekillendirmiştir.
Kürt Halk Önderi Öcalan bu durumu: “İslamiyet karşısında
Kürt üst tabakası hemen teslim olup işbirlikçi konuma düşerken halk kesimi
dağlara çekilip direnişe geçmiştir. İslamiyet’i kabul eden kimi halk kesimleri
ise lafta bir kabulü öngörüp kendi öz inanç ve yaşamlarını korumakta kararlı
davranmışlardır.
Kürtlerde İslamiyet karşısında yaşanan bu üç tür deneyim
Ulusal birliğin önünde daima önemli bir engel teşkil etmiştir. İlk çağdan kalma
etnik bölünme ve işbirlikçiliğine, bu yönlü yabancı feodal değerlerin de
eklenmesiyle daha derinliğine bir bölünme ve yabancılaşmaya yol açmıştır“ diye
ifade etmiştir.
Başka bir yerde Kürt Halk Önderi Öcalan şöyle devam
etmektedir: “Egemen işbirlikçiler yabancı uygarlık gücünün dil ve kültürünü
egemen kılıp yaşarken, halkın dili ve kültürü ile yaşam tarzını ise hor
görmüşlerdir. Kaplumbağanın kabuğunu beğenmemesi gibi halkın dilini ve
kültürünü benimsememişlerdir.
Zamanın eritici özelliğine rağmen Kürtçe lehçelerin halen
güçlü yaşamış olmaları, halk gruplarının direnişçi ve koruyucu rolünü güçlü bir
biçimde oynamalarından ileri gelmektedir. Egemen sınıflar her ne kadar
yabancılaşmış ve kişiliksizleştirilmiş olsalar da, halk olarak Kürtlerin bunca
özgür ve soylu kalmaları diğer önemli bir gerçektir.
Devam Edecek: – Kürdistan’da
9 yy. ve Sonrasındaki Durum, Kürtlerin Bu Süreçte Gelişimi, Yaşanan Beyliksel ya da daha üst form
gelişmeleri…
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Tarih Şimdidir-Kürdistan Tarihine Özlü Bir Bakış
Kasım Engin
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
Yaşanan Beyliksel ya da daha üst form
gelişmeleri…